Kitap Özetleri3
Ölüm Diyeti
Dr. Hodges Barlett Kent Hastanesi (BKH)’ ni kurduktan sonra, işletmesini
üstlenerek hastaneyi büyük ve tanınan bir kurum haline getirir. Ekonomik
sıkıntıların patlak vermesiyle birlikte Barlett ilçesinde bulunan iki özel
hastane maddi ihtiyaçları karşılamaktaki güçlüklerden dolayı kapanır. Dr. Hodges
de bu ekonomik durumdan etkilenen hastanesini kurtarmak amacıyla ekonomiden
anlayan Traynor’ ı yönetim kurulu başkanlığına getirerek kendini emekliye
ayırır. Traynor hastaneyi ayakta tutabilmek için bölgenin en önemli sağlık
merkezlerinden biri olan Comprehensive Medical Vermont (CMV) ile sağlık
antlaşması yapar.
CMV antlaşma gereği BKH’ ye hem hasta hem de doktor yollayarak, karşılığında
para ödemeyi taahhüt eder. CMV’ nin asıl amacı BKH’ ye parası ve sosyal
güvencesi olmayan hastalarını göndererek, BKH’ yi ekonomik açıdan zor duruma
düşürmek ve hastanenin bu güç durumundan yararlanarak yönetimi ele geçirmektir.
BKH’ de bir süre sonra hasta ölümlerinde artış görülmeye başlanır.
Bu ölümlerin tümü eskiden ciddi bir hastalık geçirmiş ve bu hastalıkla
mücadeleyi kazanmış fakat BKH’ ye küçük vakalar için başvurup, tedavi olduktan
sonra, hastanede ölenlerden oluşur. Bu olayların hastane üzerindeki etkisi de
olumsuz yönde olmaktadır. Otoparkta hemşirelere cinsel taciz yapılıp diğer
personelin de malına zarar verilmektedir.
Bu esnada hastanenin kurucusu olan emekli yönetim kurulu başkanı Dr.Hodges
olayları inceler ve otoparktaki hemşire saldırılarını gerçekleştiren kişinin
yine hastaneden birinin olduğu kanısına vardığını ve ölüm olaylarındaki
artışların şüpheli olduğunu aktarır ve aynı günün akşamı öldürülür.
Bu esnada kitabın kahramanları Dr. David, karısı Dr. Angela ve kızları Niki CMV’
ye iş başvurusunda bulunarak kabul edilir ve BKH’ ye antlaşma gereği transfer
olurlar. Bir süre sonra onlar da kendilerini olayların içinde bulurlar ve
şüpheli ölüm olaylarını araştırmaya başlarlar. Ölen Dr. Hodges‘ in evini satın
alan çift, onu evinin bodrumunda örülmüş duvarın arkasında ölü bulur. Dr Hodges
ile başlayan şüpheli ölümleri araştıran doktorlarda da ölüm vakaları yaşanmaya
başlar. Dr. Rendall Portland bu doktorlardan biridir ve tabancasıyla intihar
etmiş halde bulunur.
Dr. Angela olayların üzerine bir dedektif tutarak gitmeye devam eder. Dedektif
ve Dr. Angela, Dr. Hodges’ in yakınlarıyla konuşarak olayları incelemeye başlar.
Bunun üzerine bilinmeyen bir kişi tarafından uyarılar almaya başlar. Bu uyarıdan
kısa bir süre sonra Dr. Angela’ da hemşirelere olduğu gibi saldırılıp öldürülmek
istenir. Fakat kurtulmayı başarır. Bu olaylardan Dr. David huzursuzdur ve aile
içindeki bu huzursuzluk Niki’ nin hastalanmasıyla doruğa ulaşır. Niki ile aynı
hastalığa yakalanan arkadaşı bu hastalıktan ölür. Bu arada CMV yönetimi de Dr.
David’ i hastalarıyla çok ilgilendiği ve masraflarının çok olmasından dolayı
suçlar. Dr. David ise araştırmalarının sonucunu almaya başlar. Yönetim kurulu
üyesi Werner Van Slyke ile tanışan Dr. David bu şahıstan şüphelenir ve
araştırmalarını onun üzerinde yoğunlaştırır. Werner Van Slyke aslında eski çok
iyi bir asker ve nükleer konuda bir uzman, aynı zamanda psikolojik sorunları
olan birisidir. Bu araştırmadan rahatsız olan Werner Van Slyke Dr. David‘ in
evde bulunmadığı bir esnada evine giderek olay çıkartır. Dr. David ise
araştırmalarını derinleştirmiş ve Werner Van Slyke’ ın ölüm olaylarındaki rolünü
fark etmiştir. Hastane kayıtlarında satıldığı gösterilen röntgen aletinin kobalt
ünitesinin, küçük vakalarla hastaneye yatan hastaların yataklarının altına
konularak, yüksek dozda radyasyon almaları ve ölmelerinin nedeni olduğunu
kanıtlar. Olayların asıl kaynağının toplantı yapmakta olan yönetim kurulu
başkanının oyunu olduğunu, asıl amacının kötü gidişatı körükleyerek, hastanenin
CMV’ ye devrini gerçekleştirmek olduğunu anlar. Yönetim kuruluyla yüzleşmek için
hastaneye gittiğinde psikolojik sorunları olan Werner’ in kobaltı masanın
ortasına koyduğu ve yüksek dozdan bütün yönetim kurulunun etkilendiğini fark
eder. Yönetim kurulu üyeleri bir süre sonra ölürken Dr. David ve Angela kızları
Niki ile başka bir şehirde mutlu bir hayata başlarlar.
Ölüm ve Sürgün
1800’de Anadolu’da, Balkanlarda ve Güney Rusya’da geniş bir Müslüman ülkesi
bulunmaktaydı. Bu ülke Kırım ile Art bölgelerini, Kafkasya yöresinin çoğu
bölümünü, Anadolu’nun hem doğusunu hem batısını ve Arnavutluk ile Bosna’dan
Karadeniz’e kadar uzanıp hemen hemen tümü Osmanlı İmparatorluğu içinde bulunan
Güneydoğu Avrupa’yı kapsıyordu. 1923’de ise Müslüman ülkesi durumunda kalan
yalnızca Anadolu, Doğu Trakya ve Güneydoğu Kafkasya’nın bir kesiminden ibaretti.
Balkanlardaki Müslümanların çoğu gitmişti. Ya ölmüşler ya da göçe
zorlanmışlardı.
Türklerin tarihinde, Müslüman nüfusun uğradığı kayıp, önemli bir bölüm
oluşturur. Milliyetçilikle emperyalizmin sonuçlarından çok acı duyanlar onlardı.
Osmanlı İmparatorluğu, kendini yenilemek ve çağdaş bir devlet kimliğiyle
varlığını sürdürmek için çabaladığı bir dönemde, önce, sınırlı kaynaklarını,
kendi halkına, düşmanlarınca kıyımdan geçirilmemesi için korunması uğruna
akıtmak; sonra da, bu düşmanlar üstün geldiğinde, imparatorluk ülkesine akın
akın gelen göçmenlerin gereksinimlerini karşılamak için uğraşmak zorunda
bırakıldı. Osmanlı İmparatorluğunun Birinci Dünya Savaşında yıkılmasından sonra,
bu günkü Türkiye’yi oluşturan ülkenin Türkleri aynı sorunlarla yüz yüze
geldiler. İstilalar, göç etmeler ve ölüp gitmeler. Yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin
halkı Ermenistan’dan, Gürcistan’dan, Rusya’dan, Ukrayna’dan ve başka yerlerden
gelme bir göçmenler topluluğundan oluşuyordu. Kendinden önceki Osmanlı
İmparatorluğu gibi, Türkiye Cumhuriyeti de göçmenlerden oluşan bir nüfusu
birleştirmenin ve bir yandan da çağdaşlaşıp yaşamını sürdürme çabasını
harcarken, savaş zamanında uğranılmış korkunç yıkımın üstesinden gelmenin tüm
zorluklarıyla karşı karşıya kalmıştı. İşte bu savaşımın kapışmaları Türkiye
Cumhuriyeti’nin karakterini yapılandırmıştır.
Tarihsel süreç içerisinde Türklerin maruz bırakıldığı zulümler iki coğrafi
bölgede ele alınabilir.
1. Doğu Anadolu ve Güney Kafkasya
2. Balkanlar ve Batı Anadolu
DOĞU ANADOLU VE KAFKASYA
Rus fetihlerinin nispeten erken bir döneminde, Gürcülerle Ermeniler, Rus
yayılmasından onların doğal bağlaşıkları olarak görüldüler. Güney – Orta
Kafkasya’nın Ortodoks Hıristiyan bir halkı olan Gürciler, İran ya da Osmanlı
İmparatorluğu’nun kendileri üzerinde egemenlik kurmasından çekiniyorlardı. Bu
korku ve Hıristiyan Ortodoks Ruslarla doğal dinsel yakınlıkları Gürci
yöneticileri, çarın önce bağlaşıkları sonra uyrukları olmaya götürdü.
Ermenilerin durumu farklıydı: Güney Kafkasya’yla Doğu Anadolu’nun her yanına
dağılmış bulunuyorlardı. Ve 1800 dolaylarında hiçbir geniş bölgede belirgin bir
çoğunluk oluşturmuyorlardı. Ermeniler Müslümanlarla aynı bölgede yaşıyorlar ve
aynı ülkeyi tıpkı Müslümanlar gibi kendi ülkeleri sayıyorlardı. Bu gerçek onları
Ruslarla bağlaşık olmaya götürdü. Çünkü Rus desteği olmadan bir Ermeni vatanı
yaratılması amacına ulaşamazdı.
Ermenilerle Müslümanların arasındaki düşmanlığın temelinde Rusya’nın
Kafkasya’daki yayılması vardır. 1877-78 Rus-Türk Savaşı’ndan hemen önce ve savaş
boyunca Rusya’dan on binlerce Müslüman, Osmanlı İmparatorluğu’na geçti. Karadan
sınırı geçenlerin bir çoğu Kürt idi. Savaştan önce ve sonra Osmanlı Ülkesinden
Rus Ülkesine Yapılmış Ermeni göçü, Ermenilerin, Osmanlı Hükümeti’nden ya da
yerli Türklerden korkması nedeniyle değil, Kürtlerden korkulması nedeniyle
gerçekleşmiştir. Rusların savaşı kazanması Ermeni ayaklanmalarını körükleyen
önemli bir faktör olmuştur.
1895’de Anadolu’da ve 1905 yılında Kafkasya’da toplumlar arası çatışma patlak
verdi. Müslümanlarla Ermeniler, köylerinde, kentlerinde, birbirlerini öldürmeye
koyuldular. Bu savaş orduların değil halkların yürüttüğü bir savaştı.
1827-29 savaşlarından Birinci Dünya Savaşı’nın sonuna kadar Türklerle Ermeniler
pek çok kez karşı karşıya geldiler. Karşılıklı göçler, ölüm olayları yaşandı.
Kafkasya’daki ve Doğu Anadolu’daki savaşlarının sayılarının ölülerini hiç kimse
sayamadı. Onların sayılarını hesaplamak için yapılabilecek olan, ancak doğuda
savaşlardan önceki nüfus ile savaş sonrasındaki nüfus arasındaki farkı
belirtmekten ibarettir. Gerçek anlamda savaşın daha az ölçüde yaşandığı Kafkasya
bölgesindeki Müslüman kayıpları, Doğu Anadolu’dakiler kadar büyük değildi. Güney
Kafkasya Müslümanlarının ’i ölmüştü. Bazı bölgelerde özellikle Kars, Erivan,
Bakü kenti ve Batı Azerbaycan’da ölüm telefatı çok daha az oranda
gerçekleşmiştir.
BALKANLAR VE BATI ANADOLU
Bir Bulgar devletinin yaratılmasıyla ve Bulgaristan Müslümanlarından
çoğunluğunun ölümü ya da yurdundan sürülmesiyle sonuçlanan Bulgar ayaklanmacı
hareketi, Osmanlı Hükümetine karşı birbiriyle bağlantısız tek tük eylemler
başladı. Küçük Bulgar grupları Sırp ve Yunan Ayaklanmalarında Osmanlıya karşı
çarpıştılar. Ruslar 1806,1811 ve 1829’da Balkanları istila ettiklerinde, Bulgar
gönüllüleri Ruslara katıldılar ve Kırım Savaşında da Rusların yanında
çarpıştılar. 19. yy’da çeşitli zamanlarda Bulgaristan’da Osmanlı egemenliğine
karşı küçük ayaklanmalar patlak verdi. Ne var ki, ayaklanmacıların Ruslar
sayesinde Bulgar bağımsızlığını elde etmeyi başarmaları ancak 1877-78 Rus-Türk
Savaşı’ndan sonra gerçekleşebilmiştir.
1877-78 Savaşının aslında Bulgaristan Müslümanlarının kıyımdan geçirilmesine
girişilmesiyle kendini gösteren, “Bulgaristan’da yaşanan dehşet olayları”
üzerine başladığı söylenebilir.
Savaşların çoğunda yanlardan birinin kısa sürede yengi kazanması sivil halkın
başına gelen ölüm olaylarının olabildiğince düşük düzeyde kalması anlamına
gelir. 1877-78 Rus-Türk Savaşı’nda böyle olmadı. Bulgaristan’ı ele geçiren Rus
fetihlerinin amaçları Müslüman ahalinin yığınsal kayıplara uğramasını kaçınılmaz
kıldı. Bulgaristan Müslümanlarının ölümleri dört bölümde sınıflandırılabilir:
çatışmalardaki ölümler ; Bulgarlarla Rus birlikleri tarafından öldürülenler;
yaşam için zorunlu gereksinimlerin engellenmesiyle açlıktan ve hastalıktan
ölümlerin ortaya çıkması, birde Bulgaristan Müslümanlarının sığıntı durumunda
sürdürdükleri yaşamdan kaynaklanan ölümler.
Türklerle Yunanlılar arasındaki 1919-1922 Anadolu Savaşı Yunanlılar tarafından
kendilerinin bağımsızlık savaşından başlatılan Türk’ten arınma sürecinin doruk
noktasına çıkışı idi. Kullanılan yöntemler, daha önceki savaşlarda özellikle de
Balkan Savaşlarında, Müslümanları öldürmek ya da sürmek için kullanılanların
aynısı idi. Balkan Savaşlarında ve Bulgaristan’daki 1877-78 Rus-Türk Savaşı’nda,
ibretlik kıyımlar, talanlar ve Müslümanların mallarının, mülklerinin yakılıp
yıkılması, yüz binlerce Müslüman’ı özellikle de Türkleri düşman Hıristiyan
ordularının işgal ettiği bölgelerden kaçmaya zorlamıştır.
Anadolu’daki Yunan ordusunun amacı, 1912’de Balkanlı bağlaşıkların amacı ne
idiyse onun aynıydı: Daha önce etnik ve dinsel açıdan karma bir nüfusun
bulunduğu ülkede, bir Hıristiyan vatanı yaratmak. Bu amaca ulaşmak için
Müslümanların ülkeden sürülüp atılması gerekiyordu. Savaşın sonunda,
Yunanlıların çekilişi sırasında bir çok bilgi kaynağı onların vahşet eylemlerine
tanık oldu. Pek çok cinayet, ırza geçme, talanların yaşandığı görüldü.
Müslümanların verdiği ölüm telefatının ve Osmanlı İmparatorluğu batı illerinden
zorla sürülüp göç ettirilmelerinin uzun yıllar boyunca süre gitmiş tarihi
içinde, Batı Anadolu’daki savaş bir doruk noktasını oluşturuyordu. Daha önce
More Yarımadasında 1877-78 Rus-Türk Savaşı’nın Bulgaristan’da geçen bölümünde ve
Balkan Savaşları’nda kullanılmış olan ulusal ve dinsel kökten kazımanın bütün
yöntemleri, Anadolu’da bir kez daha kendilerini gösterdi. Aradaki fark şu idi
ki, Anadolu’da Türklerin sırtı artık duvara deymekteydi. Daha geriye
gidemezlerdi. Şimdiye kadar onları ve yurtlarını, evlerini korusun diye Osmanlı
İmparatorluğu’na güvenmişler ama her şeylerini yitirmişlerdi. Artık kendi
kendilerini, Altı yüz yıldır kendilerini yönetmiş olan sultan başlarında
olmaksızın, savundular ve canlı kalabildiler.
GENEL SONUÇ
Savaşlar dizisi sona erdiğinde, Batı Avrupa’ya eşit büyüklükte bir alanda
Müslüman toplulukları ya pek küçültülmüş ya da yok edilmişti. Balkanlardaki
kalabalık Türk toplumları eskiden ulaştıkları sayının küçük bir yüzdesine
indirgenmişlerdi. Kafkasya’da Çerkezler, Lazlar, Abazalar, Türkler ve daha küçük
Müslüman gruplarından bir çoğu yurtlarından çıkarılmışlardı. Türklerin yengi
kazandıkları tek yer olan Anadolu tümüyle değişmişti, Hıristiyan azınlıkları
gitmiş, Batı ve Doğu Anadolu neredeyse tümüyle yıkıntıya dönmüştü. Bu gerçeğin
altında, Rusların Hıristiyan Ortodoks halkları kışkırtarak bölgede egemenlik
kurmak ve yüzyıllardır Akdeniz’e inerek sıcak denizlere ulaşmak isteği
yatmaktadır.
Osmanlı Hükümetinin Politikaları : Tarih kitaplarının çoğunda, sadece Osmanlının
Ermenileri zorunlu göçe çıkarmasından söz edilir. Tarihsel gelişmeler geçmişten
soyutlanarak ele alınınca, Osmanlıların Ermenileri zorunlu göçe çıkarma kararı
akla aykırı sadece bir azınlık toplumuna karşı duyulan nefretten kaynaklanmış
gibi görünür. Aslında Kafkasya’da ve Balkanlarda onların tarihçesinden,
Osmanlılar, Doğu Anadolu’da ulusçu ayaklanmadan ve Rus istilasından neler
beklemek gerektiğini öğrenmişlerdir. Bulgaristan’da, Yunanistan’da ve
Makedonya’da aynı süreçler Türklerin kıyımdan geçirilmesiyle sonuçlanmıştır. Yüz
yıldan beri Ruslar Müslümanları yurtlarından zorla uzaklaştırarak yayılmış
durmuşlardır. Kırım Tatarlarının ve Çerkezleri göçe zorlamışlardır. Güney
Kafkasya’da, Türkleri uzaklaştırıp ülkeye Ermenileri yerleştirmişlerdir. Osmanlı
Hükümeti, Osmanlı tarihinin öğrettiği dersleri bilmezlikten gelemezdi. tarihsel
gelişmeler bütünü içinde, Osmanlı Ermenilerinin zorla göçe çıkarılması akla
uygundu. Türklerin ve diğer Müslümanların uğradığı zorla göç ettirilmelerinin ve
ölüm telefatlarının tarihçesi incelendiğinde tarihsel süreç içinde bir bölüm
olarak Ermenilerin zorla göç ettirilmelerinin açıklaması yapılabilir.
Türkiye Cumhuriyeti’nin Politikaları : Türkiye Cumhuriyetinin dış p0olitikasında
temel ilke barışsever yansızlıktır. Atatürk ile onun izleyicileri Türklerden
büyük bir bölümünün Balkanlardan sürülüp atılmış olduğunu asla aklından
çıkaramazlardı. Gerçekten, Anadolu savaşının hemen sonrasındaki dönemde sınırlar
dışında kalmış soydaşları kurtarma ateşini yelpazeleyip alevlendirmek ve “haydi
Selaniğe yürüyelim” diye avaz edenlere kulak asmak kolay olurdu. Böyle yapmak,
eskiden kalma, asker devleti ideolojisinin canlılığını sürdürmesine yol açardı.
Bu Türkiye’nin genişlemesine belki yol açar, belki açmazdı, ama hiç kuşkusuz
gözü dışarıda yayılmacı bir devleti ortaya çıkartırdı; yoksa, Atatürk’ün
amaçladığı, kendi iç işlerini düzeltip içte devrimler yapmak isteyen bir devleti
değil. Sınır dışında kalmış soydaşları kurtarma anlamında bir lafı hiç ağzına
almadan, Atatürk, devletin yurttaşlarının ve hükümetin tüm gücünü, devrimler
için seferber etti. Diğer bir değişle, göçmen gelişlerinin ve ölüm telefatının
tarihçesi, Türk Hükümetini, sakin bir dış politikaya yönlendirdi. Başka bir
çeşit politikanın izlenmesi, ekonomik ve toplumsal düzende pek gereksinme
duyulan devrimlerin yapılmaması gibi bir felakete yol açardı. Bu hal Türk dış
politikası için böyle bir yol seçen önderlerin bilgece davranmasındaki erdemi
asla küçültmez. Az insan, toplumu yeniden yapılandırmak gibi çok güç bir işi
üstlenip de şan şeref kazanma çabasına girmekten uzak durma seçimini yapardı .
Ve işte o seçimi yapmış olan insan, büyük insandır.
Rahatlık tuzağını aşmak;
1.NASIL VE NEDEN “RAHATLIK TUZAĞI” NA DÜŞERİZ?
İnsanlar arzuları olan varlıklardır. Arzular yerine gelirse keyif alır rahat
ederiz. Arzular yerine gelmezse rahatsız oluruz canımız sıkılır. Her isteğimizin
anında olmasını istiyoruz. Ancak bazı şeyleri elde etmek için zaman ve
çalışmanın gerekli olduğunun farkında değiliz. Bu çalışmalar ve harcanan zaman
küçük veya büyük rahatsızlıklara neden olabilir. Eğer bu rahatsızlıklara
katlanmazsak gelecekte elde edeceğimiz uzun süreli rahatlıktan mahrum kalırız.
İnsan anında zevkleri yaşamak ister. Örneğin şimdi al sonra öde sloganı bizim bu
zayıf yönümüzden dolayı kullanılmaktadır. Fiyatını sonra ödeyeceğimiz için,
alması insana çok zor gelmiyor.
Rahat olmak hepimizin tercihi ama her zaman rahat olacağız diye bir şey olamaz
Sürekli gelecek için bugünü feda etmek değil önemli olan öncelikleri
belirlemektir. Örneğin ince ve sağlıklı bir vücut için sevdiğimiz yiyeceklerden
vazgeçmek gerekir. Öncelik sağlıklı ve ince bir vücutsa yemekten vazgeçilmesi
normaldir.
Bunalımdayım ,bunalımda olmaya katlanamıyorum bunlar acı veren duygulardır.
Fiziksel engel yoksa bu duygularla baş edilebilir. Bunun için duyguları
sorgulamak gerekir.
Bir probleme başlamak çözümün yarısıdır. Sabır ve azim ile ve bahaneleri mantık
çerçevesinde sorgulayarak çözüme başlanması gerekir.
Problem karşısında düşünceyi harekete geçirmelisiniz. Eğer tekrar düşünürseniz,
bir açmaza girip çözüme hiçbir zaman başlayamazsınız.
Telkinleri sorgulamak ve onlara karşı mücadele vermek için şu üç soru
sorulabilir :
a. Mantıklı mı ?
b. Gerçekçi mi ?
c. İşe yarar mı ?
Sorunların kaynağını kavramak çözüm için yeterli değildir. Çözüm için en iyisi
denemek ve çalışmaktır. Örneğin otomobil kullanmak için motorlu araç kullanma
kılavuzunu okumak yetmez.
2. NE İSTİYORSAM, ELDE ETMELİYİM
Her zaman istediğimiz şeyi elde edemeyiz. Yani arzular talebe dönüşmemeli. Arzu
edilen şey her zaman elde edilmez. Bu düşünce üç şekilde etki gösterir. Diğer
insanlara , yaşama koşullarına ve kendimize zarar verir.
3. BU ŞEKİLDE HİSSETMEYİ KALDIRAMIYORUM
Olaylar karşısında tedirginlik duymak doğaldır ve kaldırılamayacak bir şey
değildir. Önemli olan tedirgin olmaktan tedirgin olmamaktır. Örneğin bir partiye
giderken acaba o ortama ayak uydurabilecek miyim diye endişe etmek, parti zamanı
geldiğinde tedirgin olacağını düşünmek asıl tedirginliktir.
Problemler karşısında öfkelenmemek en güzeli ancak öfkelenmek insan için normal
bir davranıştır. Öfkeli olmamalıyım diye kendimizi kısıtlamamalıyız. Kendimiz
veya başkalarının zarar görmeyeceği kadar öfkelenebiliriz.
Kötü bir şeyi hissetmek öyle olduğumuz anlamına gelmez mesela bir erkeğe başka
erkeklerin çekici gelmesi onun eşcinsel olacağı anlamına gelmez. Erkekleri cazip
görse de bağımsız yaşayabilmesi ben eşcinsel miyim sorusunu (Korkusunu) aşmasını
sağlar.
4. O İŞİ YARIN YAPARIM
Bugünün işini yarına bırakmayınız bu işleri ağırdan almaktır. Bu konuda
kendimizi haklı çıkartmak için bazı nedenler veya gerçekler ileri süreriz
bunlardan birkaçı ;
Havamda olayım öyle yapacağım.
Canım şimdi yapmak istemiyor
Yarın yaparım.
Ayrıca kendimize sözde işler çıkarmak suretiyle asıl işi ertelemekle yine işi
ağırdan alırız. O anki problem yada işi ertelersek o iş yada problem gözümüzde
büyüyecek hem de yeni şeyler eklenecektir. Bu birikim çalışma azmimizi kıracak
ve yapılamaz hale gelecektir. Şu şekilde çözüm olabilir ; “İş bölümlere
ayrılarak parça, parça halledilebilir.”
Problemle karşılaşıldığında bu çok zor, çözülecek gibi değil gibi yaklaşımlar
çözümü imkansız kılar. Bunun yerine zor ama çözülemez değil, yada işin içine
girip işin zorluk derecesini ve nasıl çözülebileceğini araştırmak gerekir.
Bazen işin yapılabilmesi için belirlenen bir zaman vardır. Zamanında işin
yapılmaması sürenin bitimine doğru daha ağır bir tempo ile çalışmamıza neden
olacaktır. Sonuçta çözüm olsa bile bu çözüm sürenin baskısından değil , aslında
artık bu işi bitireyim dediğiniz için olur.
Zayıf yanlarınızı tespit edin ve zor durumda kaldığınızda bu zayıf yanlarınızı
hatırlayın İşi başkasına yaptırmakta problemden kaçmaktır.
Bir işi yaparken öncelikleri belirleyiniz. Unutulmaması gerekli işler için bir
dosya hazırlayın ve sırası geldikçe işleri yapın yaptığınızda kendinize ödül
verin, yapmadığınızda işler gözünüzde daha da büyüyerek size ceza olacaktır.
a. Alışkanlıklara saplanıp kalmayın. Bu üç türlü olabilir :
(1) Kariyerinize saplanıp kalmak : İşinizde mutlu değilseniz bir şey üretmiyor
ve boşa zaman harcıyorsanız;
(2) Kişiler arası ilişkilere saplanıp kalmak : Eşiniz iş arkadaşınız vs. ile
birlikte olmak sizi mutsuz ediyorsa veya onlarla birlikte olmaya tahammül
edemiyorsanız;
(3) Etkinliklere saplanıp kalma :Boş zamanlarınızda sürekli aynı şekilde
davranıyorsanız örneğin yıllardır aynı klübe gidiyorsanız,sürekli aynı
insanlarla görüşüyorsanız ,
Alışkanlıklara saplanmışsınız demektir. Sonsuza dek yerinizde oturup iş
yapmayabilirsiniz ancak yaşamak ve isteklerimizi yerine getirmek için sonsuz
zamanımız yok.
5. BUNA ÇABUCAK BİR ÇÖZÜM BULMALIYIM
Rahatsızlık duygusundan kaçmak veya kontrol altında hissetmek için çabuk
çözümlere başvurabiliriz. Problemler karşısında kimisi üç şişe votkayı
devirirken kimisi hap alabilir, kimisi alışverişe çıkabilir bu davranışlar kısa
vadede çözümdür. Bu yollara başvurmanın iki nedeni vardır.
Problemleri unutmak için bir şeyler yapmak harekete geçmek gerekir. İstediğimiz
şey olmayabilir ancak bu da o kadar korkulacak şey değildir.
a. Sıkıntıdan kaçmayı sağlaması,
b. Zevk , büyük sevinç gibi keyifli ve coşkulu duygulara yol açması.
Bu kısa çözümler alışkanlık halini alırsa yaşamımızı olumsuz yönde etkiler. Kısa
vadeli çözümler ise şunlardır ;
(1) Alışverişkolikler (Genelde kadınlardır),
(2) Kumar,
(3) Fazla yemek (Gereksinimler),
(4) Alkol bağımlılığı,
(5) Hap kullanmak.
Çabuk çözüme neden olan sorununuzu saptayın ve onu kabullenin ardından uzun
vadeli bir çözüme yönelin . Yukarıdaki kısa vadeli çözümler için yöneldiğiniz
alışkanlıkların sorununuzu ne ölçüde çöze-bildiğini ve size ne gibi zararlar
verdiğini büyük harflerle bir liste haline getirin ve görebileceğiniz bir yere
asın .Bu yöntem sizi bu tür alışkanlıklardan kurtarabilir. Kendinizle
konuşmaktan korkmayın ve sürekli konuşun hatta kasete bile alabilirsiniz .
Uyuşturucu madde kullanan yerlerden, satanlardan uzak durun.
6. DEĞİŞMEK İÇİN RAHATLIK TUZAĞINI AŞMAK ŞART
Değişmek için rahatlık tuzağını aşmak şarttır. Değişimi sağlarken rahatsızlık
çekmekte kaçınılmazdır. Değişmek demek eski (kötü) alışkanlıkları yıkmak
yenilerini geliştirmek amacıyla düşünce ,hissetme ve eylem biçimini değiştirmek
demektir. Değişim başlangıçta zor olabilir. Ancak zamanla alışkanlık olacak
hatta keyif bile alacaksınız. Rahatsız olmaktan hoşlanmamak gibi bir sorunu
kabul etmek gerekir. Kolay yolu seçmek kısa vadede daha rahat gibi gelebilir.
Ancak uzun vadede yaşanılabilecek güzelliklere sırt çevirmek olacaktır.
Kendimizi değişime hazırlamak için üç aşama vardır :
Birinci aşama : Düşünme ve hissetme biçiminizi değiştiriniz. Kendinizi yenilgiye
uğratan davranışlarınızın kökleşmiş bir geçmişi olduğunu geçmişte yaşananlarla
arasında anlaşılır bir ilişki bulunduğunu ; geçmişte yaşananların şimdiki
sorunlarınızın oluşmasına katkı sağladığını ancak onları yaratmadığını kabul
edin.
İkinci aşama ; Geçmişin etkisinden kurtulun .İnsanlar kendilerini genellikle
etkin bir biçimde küçükken az , daha sonraki yaşlarda edindikleri akılcı olmayan
düşüncelerle doldurduğu için,incinmiş duyguların ve yersiz davranışları bu günkü
yaşamını etkilemeye devam ediyor. Bundan kurtulun.
Üçüncü aşama ; Artık eyleme geçme , çalışma ve kendinizi bir düzene sokma
zamanınızın geldiğini bilin. Kendinize ödevler verin ve şöyle deyin : Süreklilik
işin kilit noktasını oluşturuyor. Değişmek için değişimde süreklilik şart bunu
bir kağıda yazın çantanızda veya cüzdanınızda sürekli yanınızda taşıyın. Gün
boyunca okuyun ve hatırlayın. Robotlaşacağım diye korkmayın bazen beklenen
değişim uzun sürebilir bu durumda sabırlı olun ve hayal kırıklığına uğramayın.
Sonunda değişim, rahatınızı ve mutluluğunuzu getirecektir.
Safiye Sultan;
KİTABIN YAZARI : Ann CHAMBERLIN (Solmaz KAMURAN)
İsmihan Sultan, Kanuni Sultan Süleyman’ın Torunu, Sokullu Paşa’nın karısıdır.
Giysiden yana zengin, ilgiden yana yoksul büyütülmesine karşın altın gibi bir
kalbe sahiptir. Çoğu Harem kadının olduğu gibi onunda kendine ait bir hadımı
vardı. Hadım Abdullah Venedikli bir İtalyandır. Amcasının gemisinde 2.Kaptan
olarak gelmiş, daha sonra ise kötü kaderi onu köle pazarına sürüklemiş
arkasından, Pera’da acımasız bir el bütün güzel şeyleri, aşklarını ve umutlarını
koparıp atmıştır. Bu haliyle ona bütün yaşama ümidi veren sahibesi İsmihan’dır.
Aralarındaki bağ büyük bir aşktan dahada güzeldir. Onun için herşeyi yapabilir,
ancak İsmi-han’ın en büyük sıkıntısı Sokullu Paşa’ya bir çocuk verememesidir.
Doğan bebekleri bir-iki saat yaşayıp ölürler.Abdullahın bu durumda dahada fazla
tedirgin olduğu şey İsmihan’ın üvey annesi Nur Banu Sultan’ın hareminde bulunan
kadınlardan biri olan Safiye’dir.Safiye’ninde bir İtalyan olmasına karşın sarı
saçları, badem gözleri ile bir hilale benzeyen bu kadının bütün kötülükleri
yapabileceğine inanır ki ondan korku ile birlikte nefret eder.
Venedikli Safia Baffo 1562′de hareme katıldığında henüz 14 yaşındadır.
Gelmesinin asıl amacı güç ve bunun ona sağlayacağı sınırsız imkanlardır. Bu
imkanları Venedik’te kalsaydı asla sağlayamazdı. Gençti ve erkekleri çıldırtan
bir güzelliği, çılgın bir zeka ve doymak bilmeyen arzuları vardı. İmparatorluğun
kadınları daima kalın perde ve tahta kafeslerin ardında sıranın onlara gelmesini
beklerken Safiye bunu istemez, o sadece güç hatta imparatorluğu ister, bunu elde
etmek içinde engelleri tek tek aşmak için planlar yapar. Sultan Süleyman yaşlı
olmasına karşın çok dinamiktir. Ondan sonraki varis oğlu Selim’dir. Ancak Selim
böyle bir konumu kaldıracak gibi görünmemekte ve içkiye düşkünlüğü yüzünden sık
sık babasından uyarılar alır. Safiye’ye göre en uygun aday Selim’in oğlu
Murat’tır. Muratın annesi Nur Banu durumun farkındadır. Ancak Safiye Murat’ı
çoktan ele geçirmiştir. Kısa zamanda onun gözdesi olur. Murat her konuda
Safiye’ye danışır ve onu yanından hiç ayırmaz. Sultan Süleyman bu durumdan çok
memnundur. Selim’e vermesi gerekirken Manisa Sancak Beyliğini Murat’a verir.
Safiye halinden memnundur çünkü Murat onuda Manisa’ya götürmüştür. Nur Banu
Venedikli Şeytana oğlunu kaptırmamaya niyetlidir ve Murat’a Safiye ile
evlenmeyeceğine söz verdittirir. Bu kötüdür çünkü Safiye’nin tek amacı padişahın
karısı olmak ve perde arkasından da olsa Osmanlı’yı yönetmek ister. Murat
Manisa’da Safiye için bie camii yaptırır. Bu bir kadın için en yüce mertebedir.
Manisa yerine Kütahya’ya gitmek zorunda kalan Nur Banu içinse bu bir kıskançlık
krizidir.
Bütün çabalarına karşın Safiye Murat’tan hamile kalır. Bu sırada İsmihan’da
hamiledir ve haremin ebelerinden Ayva daima İsmihan’ın yanındadır. Ancak
İsmihan’ın çocuğu yine doğduktan birkaç saat sonra yine sessizce annesinin
kucağında can verir. İsmihan artık dayanamıyordur ve Manisa’ya hem kocasının
yanına hemde Safiye’nin yanına gitmek ister. Ancak karadan gitmek uzun zaman
alacağı için denizden gitmek en uygunudur. Fakat Manisa’ya gidecek bir gemi
bulmak çok zordur. Abdullah uzun çabalar sonucunda hanımını kırmamak için Sakız
Adası’nda bir hristiyan gemisi bulur. Geminin kaptanı Guistıniani Abdullah’a
özğürlüğünü seçebileceğini ve gemisinde 2. kaptan olarak çalışabileceğini de
söyler. Abdullah büyük bir kararsızlık yaşar bir yanda kendince yarım bir
özğürlük diğer yanda sevgili, bircik sahibi İsmihan vardır. Yola çıktından sonra
ilk durak Sakız Adası’dır. Yalnız Osmanlı İmparatorluğu ile Sakızlar arasında
bir vergi anlaşmazlığı olmuştur. Osmanlılar gemilerini Sakıza doğru yollarken
Prenses İsmihan’ın orada olması çok büyük tutarsızlıktır ama akıllı hadım kendi
özğürlüğü pahasına hanımını kurtarır ve Manisa’ya götürür. Bu arada Safiye
Şehzade Murat’tan bir oğlan doğurmuş ve adını Mehmet koymuşlardır. Osmanlı
hanedanının pek çok şehzadesinin olduğu gibi, tahtın ilk varisi Murat’ın oğlu
Mehmet’inde annesi Venedikli bir hristiyandır. İsmihan , Abdullah ile İstanbul’a
geri dönerken Safiye Murat ile Manisa’da kalır. Bu sırada Macaristan seferi
sırasında Kanuni Sulatan Süleyman ölür. Sokullu Paşa bunu orduya belli etmemek
için çok çalışır. Orduya kışın bastırması ile geri dönüleceği söylenir. Çünkü
seferin tam ortasında Sultanın öldüğü haberi ordunun dağılmasına sebep olabilir.
Uzun çabalar sonunda İstanbul’a yaklaşılması ile haber herkese verilir.
Kanuniden sonra yerine Safiye’nin beklediği gibi Murat degil Kütahya Sancak beyi
Selim tahta çıkar. Ancak Selim babası gibi korkusuz ve cesur bir insan olmadığı
gibi içkiye düşkünlüğü, ters ilişkileri ile ordunun inanılmaz nefretini
kazanmıştır. Yeniçeriler Sultan Selim’den bahsederken sarhoş, ayyaş gibi
benzetmeler kullanırlar. Aslında bu Safiye’nin işine gelir. Çünkü Murat’ı
yeniçerileri ayaklandırmak, bir isyan çıkarmalarını sağlamak için kışkırtır.
Selim’in tahta geçmesi için yapılan kutlama törenlerinde yeniçeriler ayaklanır
ancak Sokullu’nun üstün yetenekleri sayesinde ve askerlere verilen yeni
imtiyazlar ile birlikte ki bunların arasında evlennmelerinin serbest bırakılması
gibi maddelerde vardır. İsyan bastırılır. Safiye planlarının gerçekleşmemesine
çok kızar ve Murat’ın yanına Manisa’ya gitmeyi reddeder. Sarayda kalarak
kendisini iç ve dış politikada, askerlerin yapacağı seferler ve hazine konusunda
geliştirmeye başlar. İlk önce Sokullu’nun planlarını ögrenmek ister. Sokullu
Paşanın en büyük ideali Akdeniz ve Kızıldenizi birleştirecek bir kanal
yapmaktır. Böylece kısa bir su yolu ile Hindistan’dan Çin’e kadar olan bölge
hatta daha ilerisi kontrol altına alınabilir. Bu amaç ile çıkılan sefer sonunda,
askerlerin arasına sokulan nifak tohumları, Padişah Selim’in beceriksizliği ile
birleşince büyük bir bozguna uğranılır ve Astragon ölür.
Sessiz Çığlık:
Nobel Edebiyat Ödülü almış olan bu romanda adı geçen kahramanlar; Mitshu, Nathsu,
Takashi arasında geçen olaylar ve geçmişle hesaplaşmalarını anlatan bir yapıt.
Asıl kahraman Mitshu hayattan beklentileri kalmamış, içe kapanık, geçmişteki
olayların etkisinden dolayı devamlı hayallerle yaşayan geçmişi yargılayan,
şanssız, gençliğinde çocukların attığı bir taşla bir gözünü kaybetmiş bir kişi.
Nathsu ise çocuklarının sakat doğmasından dolayı hep düşünceli, mutsuz,
acılarını hafifletmek için kendini içkiye vermiş bir kişi. Takashi ise
gençliğinde öğrenci çatışmalarına katılmış, isyankar bir kişi.
Mitshu başından geçen kötü olaylardan dolayı, hayal aleminde yaşamaktadır.
Kardeşi Takashi Amerika’ ya gitmiş, aradan uzun yıllar geçtikten sonra tekrar
Japonya’ ya geri gelmeye karar vermiştir. Mitshu karısı ile birlikte kardeşini
karşılamak için havaalanına giderler. Ancak kardeşini bekleyenler yalnız
kendileri değildir. Takashi‘nin okul arkadaşları da Takashi’yi beklemektedirler.
Takashi’nin uçağı rötar yaparak gecikir. Hep birlikte havaalanı yakınında bir
otele yerleşirler. Burada Mitshu ile kardeşinin arkadaşları, Takashi’nin
kişiliğini tartışmaya başlarlar. Mitshu’ya göre Takashi işe yaramaz, hayatı boşa
yaşayan, yanlışlarla dolu bir kişidir. Arkadaşlarına göre ise Takashi idealist,
yönetici ve lider bir kişiliğe sahiptir. Arkadaşları örnekler vererek bunu
kanıtlamaya çalışırlar. Fakat Mitshu ise bunları kabul etmeyerek böyle biri
olmadığına arkadaşlarını inandırmaya çalışır. Böyle tartışıp giderlerken Takashi
gelir ve hep birlikte doğup büyüdükleri Vadi adındaki köylerine giderler. Bu köy
ormanların arasına sıkışmış, küçük bir köydür o yıllarda. Ama şimdi
geldiklerinde köyün ne kadar değişmiş olduğunu fark ederler. Köy artık virane ve
terk edilmiş bir yer olarak karşılarına çıkmıştır. Eskiden çok zarif bir bayan
olan hizmetçileri Jin bile artık yüz kırk kiloluk Japonya’ nın en şişman kadını
olmuştur. Karısı Natshu kafasındaki kötü düşünceleri atmak ve içkiyi bırakmak
için çaba sarf etmekte, Takashi ise bu köydeki gençlerin lideri olmaya
çalışmaktadır. Uzun yıllar önce öldürülmüş olan kardeşlerinin, tören yapılmadığı
için gömülmeyen küllerini kiliseden alıp, gömerler. Kardeşleri, komşu köy olan
Korelilerin köylerine yapılan baskın sırasında öldürülmüştür. Daha sonra
kardeşlerinin gönüllü olarak kurban olduğunu öğrenirler. Fakat nedeninin ne
olduğunu bulmaya çalışsalar da bunu başaramazlar. Vadi’ deki gençlerin kurmuş
oldukları tavuk çiftliğinde işler ters gitmektedir. Bir gün tavukların çoğu
hastalıktan ve soğuktan ölürler. Takashi bu gençlere yardım etmek için
imparatorla görüşmeye gider. Fakat olumlu bir netice elde edemez. İmparator Kore
asıllı bir Japon vatandaşıdır. Kereste işçisi olarak geldiği bu yerde zamanla
zenginleşmiş ve herşeyi ele geçirmiştir. Köylülerin çoğunun kendisine borcu
vardır. Bu yüzden hiç kimse imparatora karşı gelemez.
Mitshu ve Takashi ağabeylerinin ölümünden Korelileri sorumlu tuttukları için
imparatora karşı kin ve nefret duymaya başlarlar. Takashi gençleri bir araya
getirmek için bir futbol takımı kurar ve zamanla gençleri bir araya getirmeyi
başarır. Artık gençler Takashi’yi bir lider bir kurtarıcı olarak görmektedirler
ve o ne derse yerine getirmeye çalışırlar. Takashi gençleri ayaklandırarak
imparatorun sahibi olduğu markete baskın düzenler ve marketi yağmalattırır.
Köylülerde Korelilere karşı yeniden kin ve nefret uyanmaya başlar.
Bir gün Takashi ağabeyinin karısı ile ilişkiye girer, bunu ağabeyi olan Mitshu
öğrenir. Fakat karısının da bu ilişkiye istekli olduğunu öğrenince bir şey
diyemez, içten içe kardeşine kin gütmeye başlar. Takashi ağabeyinin karısı ile
evlenmek istediğini ve karısının da buna istekli olduğunu söyler, Mitshu buna
iyice kızar kardeşini tersleyerek oradan uzaklaşır. Bir gün Takashi arabasına
aldığı köylü bir kıza tecavüz etmeye kalkar, kız karşı çıkınca eline geçirdiği
bir taşla kızın başına vurarak kızı öldürür. Köylülerden korkarak kendilerine
ait olan depoya saklanır. Mitshu ve karısı bunu öğrenir ve hemen oraya gelirler.
Takashi’nin görünüşü çok berbat ve üstü başı kan içindedir. Olayları
soğukkanlılıkla anlatır. Mitshu’nun kardeşine duymuş olduğu kızgınlık iyice
artar fakat kardeşlerini hep kaybetmiş olduğu için bunu da kaybetmek istemez ve
ona yardım etmeye çalışır. Takashi köylülerin kendisini öldüreceğini hissettiği
için vicdanen azap çektiği bir olayı anlatmaya başlar. Genç yaşta intihar eden
kız kardeşlerinin ölümüne aslında kendisinin sebep olduğunu söyler ve olayı
anlatır. Takashi o yıllarda kız kardeşine karşı ilgi duymaya başlar ve onunla
ilişkiye girer. Zamanla bu olay devam eder. Bir gün kız kardeşi hamile kalır.
Takashi ile kız kardeşi bunun bir yabancının tecavüzü sonucu olduğunu söyleyerek
olayın üstünü kapatırlar. Çocuğu aldırırlar. Kız daha sonra suçluluk duyarak
intihar eder. Mitshu bu olayı duyunca kardeşinden iyice nefret eder ve oradan
ayrılır. Takashi o gece kendini vurarak intihar eder. Bu olaylar sonunda Mitshu
ile karısı bütün kederleri ve acıları orada bırakıp yeni hayata başlamak için
oradan ayrılırlar ve çocuklarını da hastaneden alıp Afrika’ya tatile giderler.
Afacanlar çetesi:
Gökkuşağı Savaşçıları; Asena, Berk, Defne, Zeynep, Sinan, Tolga, Argun ve
maskotları Ahbap
Birbirlerini candan seven, birbirleri için hiçbir şeyi yapmaktan kaçınmayan, her
zaman iyi şeyler yapmak isteyen, haşarı, heyecanlı bir grup ortaokul öğrencisi,
çocuk çetesi ve onların birlikte yaşadığı olaylar.
Asena ve arkadaşları rehberlik dersi öğretmenleri Onur öğretmenin okullarının
100. Yılı ile ilgili bir şeyler düşünmelerini istemesi üzerine Asena’nın evinde
toplanıp nasıl bir şey yapılacağını düşünmeye başlarlar. Defne yapılacak şeyin
hem yararlı hem de güzel olmasını düşünerek kütüphanenin en iyi fikir olacağını
düşünür. Okullarında kütüphane yoktur. Bu fikir savaşçılar tarafından çok
beğenilir ve bu fikirlerini Onur öğretmene anlatırlar. Onur öğretmen bu fikri
çok beğenir ama yapılması düşünülen kütüphane gerçekten çok masraflı ve zor bir
iştir. Bu yüzden müdür beyi ikna etmek gerçekten zor olacaktır. Defne’nin aklına
okulun arkasındaki küçük metruk ev gelir ve bunu öretmenine söyler. Savaşçılar
öğretmenleriyle okulun arkasındaki o eve giderler. Onları okulun bahçıvanı Hasan
Efendi karşılar. Fakat bu karşılaşmadan hiç memnun olmamış gibidir. Onur
öğretmen o metruk evi çok beğenir. Tam istedikleri gibi bir yer olduğunu görür.
Ama bahçıvanın orayı onlara göstermek istemeyişine de bir anlam verememiştir.
Onur öğretmen öğretmenler toplantısında bu fikri ortaya atar. Öğretmenlerde bu
fikri beğenir. Ama müdür yardımcısı o binanın çok eski olduğunu orada her an bir
kaza olabileceğini söyleyerek bu fikri onaylamaz. Bunu öğrenen Gökkuşağı
Savaşçıları çok üzülürler, özelliklede Defne. Çünkü fikri bulanda evi gösterende
odur. Bir anlam veremedikleri bu olaya inanmak istemezler. Aradan birkaç gün
geçtikten sonra savaşçılardan biri olan Zeynep o evi tekrar görmeye karar verir.
Eve yaklaşınca iki kişinin birlikte konuştuğunu görür ve gizlice onları dinler.
Konuşanlardan biri Hasan Efendi’dir. Ama diğerini tanıyamaz. Bu olayı hemen
savaşçılara anlatır. Savaşçılarda bu olayı incelemeye karar verirler. Berk ve
Asena birkaç gün sonra gizlice eve girerler. Fakat evde çok önemli bir şey
yoktur. Bir çalışma masası ve büyük bir şömine vardır. Berk şöminenin içine
girer ve orda gördüğü halkayı kendine doğru çeker. O anda gizli bir geçit
açılıverir. Berk şaşırmıştır. Tam geçide girerken Asena ıslık çalarak bahçıvanın
geldiğini haber verir. O da geçidi kapadıktan sonra hemen evden çıkar. Koşarak
okula giderler. Bu önemli olayı savaşçılarla paylaşmaları gerekiyordur. Bu
olaydan sonra hemen toplantı çağrısı yapılır. Aynı akşam Asena’nın evinde durumu
tartışırlar. Ve oraya bir kez daha girmeye karar verirler. Bahçıvanın orda
olmadığı bir gün gizlice eve girerler. Gizli geçidi açıp sonuna kadar giderler.
Tünelin sonunda merdivenlerden inince gizli bir iskele görürler. Çok şaşırarak
oradan ayrılırlar. O esnada evin içinde ki masayı kurcalarken gizli bir
köşesinde bir defter bulurlar onu da alıp oradan ayrılılar. Artık okulda bazı
kötü işlerin döndüğünü anlamışlardır. Böylece Hasan Efendi’yi takibe almaya
karar verirler. Savaşçılardan biri müdür yardımcısının okuldan çok hızlı
çıktığını görüp onu takip etmeye kararverir. Onu pek tekin olmayan bir semtte ki
lunaparka girerken görür. Kışın ortasında orada ne işi vardır diye düşünüp içeri
girer. Onu biriyle konuşurken görür. Bu durumu arkadaşlarına anlatır. Sonunda bu
işin çok tehlikeli bir olay olduğuna ikna olurlar ve Hasan Efendi’yle müdür
yardımcısını suçlayacak kuvvetli delilleri olmadığını görürler. Onun için Asena
o metruk evi bir gece gözlemeye arkadaşlarıyla birlikte karar verirler.
Kararlaştırdıkları gece dedesine arkadaşı Sinan’da kalacağını söyler ve o eve
gider. Güzel bir yere gizlenir. Gecenin ilerleyen saatlerinde denizden bir motor
sesi duyulur. Saklandığı yerden çıkıp denizin kenarındaki ağacın üstüne çıkar.
Konuşmalardan Hasan Efendi’nin de orda olduğunu ve kaçakçı olduklarını
anlamıştır. Ertesi gün arkadaşlarına duyduklarını anlatır. Onlarda
korkmuşlardır. Artık kendilerinin yapabileceği bir şey kalmamıştır. Durumu
birilerine anlatmaları gerekiyordur. Bunu idareye anlatamıyorlardır Çünkü birkaç
öğrencilerin lafına mı güveneceklerdir yoksa müdür yardımcısına mı? Herkes ne
yapabileceklerini düşünürken Asena’nın aklına Süha ağabeyi gelir. Çünkü ordu
istihbarat biriminde çalışmaktadır. Hemen Süha ağabeyini yemeğe davet eder. Oda
Asena’yı kıramayarak yemeğe gelir. Asena ona yaşadıkları bütün her şeyi birer
birer anlatır ve defteri gösterir. Süha ağabeyi bu işle ilgileneceğini söyler ve
ona bir daha o eve gitmemelerini söyler.
Asena ve Berk aldıkları defteri yerine koymak isterler. Çünkü onların durumu
fark edip kaçmalarını şstemezler. Bu yüzden bir öğlen arasında o eve giderler.
Çevre çok sessizdir. Asena eve girer tam defteri bırakıyordur ki arkasında Hasan
Efendi’yi görür. Hasan Efendi Asena’yı yakalar bağlar. O esnada Berk’in ıslığını
duyulur Hasan Efendi Asena’ya ona gitmesini söyler yoksa ikinizi de öldüreceğini
söyler. Asena’da Berk’e açık kapıdan kafasını uzatarak gitmesini ister ve hemen
geleceğini söyler. Berk gökkuşağı işaretini yapar Asena ise karşılık vermez. Bu
kuraldır işarete karşılık verilir. Yinede sırtını döner ve okula gider Asena’nın
dönmediğini görünce gerçekten çok telaşlanır ve Sinan’la birlikte Asena’nın
evine giderler. Dedesine durumu baştan sona anlatırlar. Dedesi Süha’yı telefonla
arar Süha hemen eve gelir ve çocukları dinler. Çocukları evlerine gönderir. Bu
arada o evde Asena zor anlar yaşıyordur. Hasan efendinin kaçakçılıkla ilgili bir
çok şeyi açık açık konuşmasından dolayı oların son işi olduğunu ve durumunun hiç
parlak olmadığını anlar. Okulun çıkış zilinden sonra eve doğru birinin
yaklaştığını görürler. İçeri girdikten sonra müdür yardımcısını karşısında
görünce küçük dilini yutacaktır. Akşamın ilerleyen saatlerine kadar beklerler.
Motor getirdiği malları almak için gizli geçitten inip aşağı inerler. Çocuğun
başına Ahmet’i bırakmışlardır. Dışarıdan köpek sesleri geliyordur. Ahmet köpeği
kovalamak için kapıya çıkar ve Süha ağabeyin yumruğuyla bayılır. İçeri girer ve
Asena’yı iplerden kurtarır O arada gizli geçitten yukarıya çıkan müdür
yardımcısı ve Hasan Efendi silahını onlara doğrulturlar. Süha ağabey yapacakları
bir şey olmadığını kaçamayacaklarını kararlı bir sesle söyler. Herkesin yolu
açmasını söyler ve Asena’yı tutarak kapıya doğru yürürler. Dışarıya çıktıkları
anda Ahbap Hasan Efendi’nin üstüne atlar ve o anda silah patlar. Süha ağabeyde
müdür yardımcısını yakalar ve kelepçeler. Kimsenin canı yanmadan bu olayı
sonuçlandırmışlardır. Sadece Ahbap’ın tırnağını bir kurşun sıyırıp geçmiştir.
Suçlular adalete teslim edilmiştir ve Süha ağabeyle Asena eve giderler. Ailesi
de Asena’yı sağ salim görünce çok sevinirler.
İlerleyen günlerde her şey açıklığa kavuşmuştur hatta müdür bey müdür
yardımcısından şüphelenip onunla ilgili araştırma yapmıştır, böyle birinin
olmadığını sahte belgelerle atandığını öğrenmiştir zaten bu durumu ilgili
makamlara da bildirmiştir.
Müdür bey Gökkuşağı savaşçılarını çağırıp onlara çok teşekkür eder. Ama
gördükleri bu olayları kimseye bildirmeden çözmeye çalışmalarına çok kızar ve
azarlar. Ama yinede yaptıkları işleri ne kadar zor olduğunu tekrar söyler. Okula
bir kütüphane yaptırma fikrini ortaya atmalarından sonraki gelişmeler gerçekten
çok ilgi çekicidir. Süha ağabeyi Asena’ya anlattığına göre sigara ve içki
kaçakçılığı yapıyorlardır. Bunun için okuldan daha iyi bir yer olamaz. Bu
kaçakçıları yakalattıkları için gökkuşağı savaşçılarına bir ödül verilecektir.
Onur öğretmen Asena ve arkadaşlarını rehberlik sınıfına çağırır. A sınıfının
bütün öğrencileri teneffüs arasında rehberlik sınıfındadır. Onur öğretmen”
kütüphane fikrini öğretmenler toplantısında kabul ettirir. Ailenize konuyla
ilgili bilgi verilecek ve yardım istenecek, bunu da bayrak töreninde müdür bey
söyleyecek “der. Çocukların hepsi sevinç içindedir.
Bayrak töreninde müdür bey 100. Yıl için düzenlenen fikirler yarışmasını Orta II
A sınıfının fikrini kabul edildiğini ve A sınıfını tebrik eder. A sınıfının
öğrencileri ise kazandıkları ödülü kütüphane yapımı için hediye edeceklerini
söyler.
Şimdi gökkuşağı savaşçıları kütüphane fikrini kabul ettirmişlerdir ve zorlu bir
mücadeleden sonra tekrar eski hayatlarına döneceklerdir. Bu da onları üzüyordur.
Ama gökkuşağı savaşçıları her zaman olacaktır. Kim bilir yine böyle heyecanlı
olaylar yaşayabilecekler ve har zaman birlikte olacaklardır.
Sonuç olarak; daha çok çocuk niteliği taşıyan bu kitapta birden fazla ana
düşünce vardır. Öncelikle dostluk ve arkadaşlığın ne kadar önemli bir kavram
olduğu birlikte hareket eden insanların, çocuk bile olsalar her çeşit zorluğa,
sıkıntıya karşı kuvvetli olmayı, engelleri aşmayı, zorlukların üstesinden daha
kolay gelmeyi öğretiyor. İnsanların savundukları fikirleri sonuna kadar
sahiplenmelerini o fikri gerçekleştirmek için elinden geleni yapmaları
gerektiğini öğretiyor. Ama insanlar çocukta olsa yetişkinde olsa her zaman her
şeyin üstesinden gelemez. Bunun için her insan arkadaşlığa ve yardıma muhtaçtır.