Türk Edebiyatında Roman
TÜRK EDEBİYATINDA ROMAN
Türk edebiyatına roman, Fransızca’dan yapılan çevrilerle girdi. Bu çevirilerden
ilki Yusuf Kamil Paşa’nın Fenelon’dan yaptığı Terceme-i Telemak’tır. Daha sonra
adı bilinmeyen bir çevirmen Victor Hugo’nun ünlü romanı Sefiller’i (Les
Miserables) çevirdi.
1860-1880 yıları arasında başta Fransız yazarlar olmak üzere bir çok Batılı
yazarın eseri Türkçeye çevrildi. İlk Türk romanı Şemseddin Sami’nin Taaşşuk-ı
Talat ve Fitnat adlı eseridir. Sami’den sonra Ahmed Mithad romanlarıyla Türk
romanının gelişmesine katkıda bulundu.
Türk romanı asıl Tanzimat döneminde gelişti. Recaizade Mahmud Ekrem’in Araba
Sevdası yeni teknikler kullanılan Batılı anlamda türüne en yakın ilk Türk
romanıdır.
Servet-i Fünun edebiyatı döneminde ilk usta romanlar ve usta yazarlar
kendilerini gösterdi. "Sanat sanat içindir" tezini savunan bu yazarlar aşk ve
acıma gibi konuları işledi. Halid Ziya Uşaklıgil bu dönemin en önemli romancısı
sayılır. Uşaklıgil'in Aşk-ı Memnu (1925) adlı romanı günümüzde de en başarılı
Türk romanlarından biri olarak kabul edilir.
1910’dan sonra milli duyguların ağır basmasıyla birlikte "Genç Kalemler" dergisi
çevresinde Türkçülük akımı gelişti. Milli romanların yazılması bu dönemde
başladı. Halide Edip Adıvar’ın Şablon:Vurun Kahpeye (roman), Reşat Nuri
Güntekin’in Çalıkuşu romanları bu dönemin örneklerindendir.
Cumhuriyet döneminde çağdaş Türk romanı ortaya çıktı. Toplumsal ve sosyal
gelişmeleri konu alan romanlar yazıldı. Köy ve kent romanları ayrımı da bu
dönemde yazılmaya başladı.
Yeni Türk Edebiyatı araştırmalarında öteden beri kullanılan “Cumhuriyet Dönemi
Edebiyatı” terimini, kendi içinde tam bir bütünlüğe sahip bir edebiyat sürecini
veya başlangıcı ve sonu belli bir edebiyat dönemini ifade eden bir adlandırma
gibi düşünmemek gerekir. Edebî değişmeden çok siyasî ve sosyal değişmeyi ifade
eden bu terim, birçok edebiyat tarihinde veya edebiyat araştırmasında
Tanzimat’tan sonra başlayan “Yeni Türk Edebiyatı”nın büyük bir alt döneminin adı
olarak, Cumhuriyet’in ilânından günümüze kadar gelen yaklaşık seksen yıllık bir
süreçte ortaya çıkan edebî hareket, kişilik ve olguları ifade etmek için
kullanılır. Tam bir edebî adlandırma olmasa da bu döneme “Cumhuriyet Dönemi
Edebiyatı” denmesinin yine de anlamlı ve geçerli bir tarafı vardır. Gerçekten de
Cumhuriyet’in 1923’te ilânından sonra Atatürk’ün önderliğinde gerçekleşen
devrimler ve bu devrimler doğrultusunda ortaya çıkan büyük sosyal, siyasî ve
kültürel değişme, edebiyatımızı büyük ölçüde şekillendirmiş, varlığına önceki
dönemlerden farklı bir yön ve biçim vermiştir.
Yine de Cumhuriyet Dönemi Edebiyatı, edebiyatımızda Tanzimat’tan sonra başlayan
modernleşme akımının son ve en büyük halkası veya atılımı olmaktan başka türlü
ele alınamaz. Başka deyişle bu edebiyatın oluşumunda Tanzimat ve Meşrutiyet
dönemlerinde ortaya çıkan yeni edebiyat hareketlerinin ihmal edilemez bir yeri
vardır.
Bilindiği gibi edebiyatımızda yenileşme, Tanzimat Fermanı’nın 1839’da ilânından
yaklaşık yirmi yıl sonra başlamıştı. Yeni şiir ilkin Şinasi’nin 1856’dan
itibaren Mustafa Reşit Paşa için yazdığı kasidelerle başlamış, modern tiyatronun
ilk eseri yine Şinasi‘nin 1859’da yazdığı Şair Evlenmesi olmuş, roman türünün
ilk örneğini de Şemsettin Sami, 1872’de yayımladığı Taaşşuk-ı Tal’at ve
Fitnat’la vermişti.
Böylece başlayan Yeni Türk Edebiyatında Şinasi ve Namık Kemal’in eserleriyle
gelen yeni fikir ve görüşler, Abdülhak Hamit’in şiirde denediği yeni şekiller,
çeşitli yollardan Cumhuriyet Dönemi Edebiyatına sızarak daha modern ve ileri
fikir veya şekillere ulaşmışlardır. Modern roman ve tiyatro türleri de yine bu
dönemde basit örnekler halinde de olsa kendini göstermiş ve bu türler, daha
sonraki dönemlerde gelişerek üstün örneklerini Cumhuriyet Dönemi edebiyatında
bulmuşlardır.
1896-1901 yıllarında edebiyatımıza hakim olan Servet-i Fünûn edebî anlayışının
büyük temsilcisi Halit Ziya Uşaklıgil, romana has bir dil oluşturmuş ve yazdığı
Mai ve Siyah ve Aşk-ı Memnu gibi eserler, bu türün zirve eserleri olarak
Cumhuriyet’ten sonra sürekli hatırlanmış ve örnek alınan modeller olmuştur. Kısa
hikâyenin de onun usta kaleminden çıkan eserlerle ayrı bir edebî tür haline
geldiği söylenebilir. Servet-i Fünun’un ünlü şairi Tevfik Fikret ise şiirinde
dile getirdiği fikirler, özellikle yeni insan fikrî ve istibdat karşısındaki
duruşuyla Cumhuriyet döneminde sık sık hatırlanmıştır.
II. Meşrutiyet yıllarında gelişen edebî hareketlerin ise Cumhuriyet Dönemi
Edebiyatında elbette daha büyük etkileri olmuştur. 1910-1912 arasında kendini
gösteren Fecr-i Âti grubunun en önemli ismi olan Ahmet Haşim’in izlenimci ve yer
yer sembolik bir karakter gösteren parıltılı şiiri, Cumhuriyet devri şairlerinde
büyük bir hayranlık uyandırmış ve 1926’da Piyale adlı şiir kitabının yayımı
geniş yankılara yol açmıştır. “Halis şiir” ya da “saf şiir” yolundaki
anlayışıyla Haşim’e yakın bir çizgide duran Yahya Kemal’in 1921’de çıkan
Dergâh’ta dile getirdiği şiir ve edebiyat konusundaki görüşleri -ki bu görüşler
“mektepten memlekete dönen edebiyat” formülüyle özetlenebilir- birçok Cumhuriyet
dönemi şair ve yazarı üzerinde derin izler bırakmıştır. Yahya Kemal ve Ahmet
Haşim’in şiirleri, Cumhuriyet devrinde şairler için ya örnek alınan ya da
aşılması hedeflenen, başka deyişle her iki şekilde de önemsenen şiir modelleri
olmuştur.
1911 nisanında Selânik’te çıkan Genç Kalemler dergisinde Ömer Seyfettin, Ziya
Gökalp ve Ali Canip’in (Yöntem) hikâye, şiir ve makaleleriyle başlayan sade dile
ve eski Türk tarihine dönüş hareketi Cumhuriyet Dönemi Edebiyatı üzerinde daha
yaygın ve kalıcı izler bırakmıştır. 1914’ten sonra birçok ismin katılımıyla daha
da genişleyen ve bazı araştırmacıların ifadesiyle bir “Millî Edebiyat Akımı”
haline gelen bu hareket, bir yandan İslâm öncesi Türk tarihine, bir yandan da
halk edebiyatı ve folklora yönelişiyle adeta Cumhuriyet döneminin ilk
devresindeki edebiyatın bir çeşit programını ortaya koymuştu. II. Meşrutiyet
döneminin ideologu olan Ziya Gökalp’ın daha sonra Atatürk devrimlerinde de
etkili olan fikir ve teklifleri ve bunların yanı sıra “tehzip” fikrine uygun
olarak halk masal ve destanlarını modernize etme yolundaki denemeleri, modern
edebiyatın halk edebiyatıyla yakınlaşmasına ve birçok noktada birleşmesine yol
açmıştı. Bu denemelerin yanı sıra 1914’ten sonra yoğunlaşan aruz-hece
tartışmalarının önemli bir sonucu olarak aruz vezni terk edilmeye yüz tutmuş,
Orhan Seyfi (Orhon), Enis Behiç (Koryürek), Halit Fahri (Ozansoy) ve Faruk Nafiz
(Çamlıbel) gibi genç şairler; Türk Yurdu, Yeni Mecmua, Şair ve Büyük Mecmua adlı
dergilerde hece vezniyle birçok şiir yayımlamışlar ve bu şairler, artık Mütareke
yıllarında “Hece Şairleri” olarak adlandırılmaya başlamışlardı. II.
Meşrutiyet’in sonunda ve Mütarekede oldukça yaygın bir şöhret kazanan, sonradan
edebiyat tarihlerinde “Beş Hececiler” veya “Hecenin Beş Şairi” olarak
değerlendirilen bu şairlerin şiir birikimi, Cumhuriyet döneminin ilk devresinin
şiirinde özellikle vezin ve dil açısından önemli bir zemin oluşturur.
Tanzimat’tan sonra Yeni Türk Edebiyatının iki ana çizgide yürüdüğü söylenebilir.
Bunlardan birisi Namık Kemal, Recaizade Mahmut Ekrem ve Hamit’in eserlerinde
beliren romantik edebiyat çizgisi, diğeri de Beşir Fuat’ın tesiriyle Nabizade
Nazım, Sami Paşazade Sezai ve Hüseyin Rahmi’nin (Gürpınar) eserlerinde beliren
gerçekçi (realist) edebiyat çizgisi. Tanzimat döneminde peşpeşe ortaya çıkan bu
iki ana çizgi, Servet-i Fünun Edebiyatı döneminde gerçekçi edebiyat
tekniklerinin yine de ağır bastığı bir senteze ulaşmakla birlikte, II.
Meşrutiyet döneminde yeniden bir ayrışmaya uğramıştır. Romantik çizgi, izlenimci
ve yarı sembolist bir çizgiye dönüşerek Fecr-i Ati yıllarında özellikle Ahmet
Haşim’de ve kısmen Yahya Kemal’de devam etmiş; gerçekçi çizgi ise Mehmet Emin
(Yurdakul) ve Mehmet Akif’in (Ersoy) şiirlerinde ve Yakup Kadri (Karaosmanoğlu)
ile Refik Halit’in (Karay) hikâyelerinde daha baskın bir şekilde yeniden ortaya
çıkmıştır. Bu iki çizgi daha sonra Cumhuriyet döneminde hem şiirde hem de
hikâye, roman ve tiyatroda dönem dönem çeşitli değişmelere uğra***** kendini
gösterir ki bu duruma yeri geldiğinde işaret edilecektir.
Böylece önceki edebiyat dönemlerinden şekil, dil ve fikir bakımından bazı
özellikleri devralan Cumhuriyet Dönemi Edebiyatının oluşumunda, elbette ki
Cumhuriyet’in ilânından sonra gerçekleştirilen büyük siyasî, toplumsal ve
kültürel değişmenin daha yaygın ve esaslı bir rolü vardır. Devam eden bazı
çizgilere rağmen bu edebiyatın geçmişin edebiyatından çok farklı bir şekilde
oluşmasında, Atatürk ilke ve devrimleri kuşkusuz büyük ölçüde belirleyici bir
rol oynamıştır. Bu bakımdan Cumhuriyet dönemi şiir, hikâye, roman ve
tiyatrosundaki gelişmelerin ayrıntısına girmeden önce yeni bir şekilde kurulan
Türkiye Cumhuriyeti’nin yapısıyla edebiyat arasındaki ilişkiyi ana çizgiler
halinde ortaya koymak yerinde olacaktır.
Millî Mücadele’nin zaferle sonuçlanmasından sonra kuracağı yeni devletin
yapısını hızla şekillendirmeye başlayan Atatürk, Birinci Büyük Millet Meclisinin
kararlarına dayanarak 1 Kasım 1922’de saltanatı kaldırır ve 29 Ekim 1923’te de
yeni devletin ve rejimin temeli olan Cumhuriyet’i ilân eder. Arkasından 3 Mart
1924’te hilâfet kurumu kaldırılır. Aynı tarihte Tevhid-i Tedrisat Kanununun
kabulüyle medreseler, arkasından gene bir kanunla 25 Kasım 1925’te tekke, zaviye
ve türbeler kapatılır. 11 Nisan 1928’de de anayasada lâik doğrultuda bazı
değişiklikler yapılır. Bütün bunlar İslâmcı bir dünya görüşünün çatısı altında
toplanmış çok milletli bir siyasî yapıdan millî ve üniter bir yapıya geçişi
gerçekleştiren düzenlemelerdir. Her biri başlı başına bir devrim niteliği
taşıyan bu büyük yapısal değişmeler, toplumda İslâmcı ve Osmanlıcı görüşlerin
büyük ölçüde önünü keser, mistik ve tasavvufî eğilimlere de büyük ölçüde set
çekerek birçok aydın ve yazarın dünyaya bakış tarzı veya hayat felsefesinde
köklü değişmelere yol açarlar.
Cumhuriyet Dönemi Edebiyatını fikrî açıdan çok etkileyen ve yönlendiren bu
düzenlemelerin yanı sıra 3 Kasım 1928’de gerçekleştirilen harf devrimi, yeni
kurulan devletin geçmişe ait kültürel değerlerle ilişkisini büyük ölçüde keserek
yüzünü tamamen batıya ya da Lâtin alfabesi yoluyla batıdan gelen etkilere
çevirmesine yol açar.
Böylece lâik yoldan gelecek etkilere, daha doğru bir ifadeyle aklın ve modern
bilimin ve Avrupaî sanatın etkilerine kapılarını tamamen açan yeni Türkiye
Cumhuriyeti’nde edebiyat açısından önemli bir başka değişme de 13 Ekim 1923’te
kabul edilen bir kanunla devletin merkezinin İstanbul’dan Ankara’ya
taşınmasıdır. Bu değişme, edebiyatımızın içerik, dil ve biçim bakımından halk
edebiyatına ve folklora yönelmesinde ve uzun bir süre boyunca Anadolu coğrafyası
ve insanını temel bir konu olarak ele almasında önemli bir rol oynamıştır.
10 Nisan 1931’de Türk Ocaklarının kapatılması ve bu kurumun yerine 19 Şubat
1932’de halkevlerinin açılması da Anadolu ve Anadolu insanının öncelikle ele
alınmasında rol oynayan diğer bir toplumsal ve kültürel değişmedir. Ocakların
kapatılarak halkevlerinin açılması, bir anlamda da o zamana kadar edebiyatımız
üzerinde etkili olan Turancı görüşlerin hızının kesilmesine yol açmıştır.
Bunlardan başka 1931 haziranında bir yandan Türk Tarihi Tedkik Cemiyetinin, 1932
temmuzunda da Türk Dili Tedkik Cemiyetinin kurulması, Cumhuriyet Dönemi
Edebiyatının fikir dünyasının şekillenmesinde ve özellikle dil anlayışının
değişmesinde çok önemli roller oynamış olan iki büyük olaydır. Daha sonra Türk
Tarih Kurumu ve Türk Dil Kurumuna dönüşen bu dernekler, sık sık düzenledikleri
kurultaylarda Türk tarihi ve Türk dilinin çeşitli problemlerini tartışmışlar,
Atatürk’ün çoğuna bizzat katıldığı bu tartışmalarda bir yandan “Türk tarih tezi”
ve “güneş-dil teorisi” oluşturulurken bir yandan da Türkçe’nin özleştirilmesi ve
aslî kaynaklarına döndürülmesi yolunda radikal adımlar atılmıştır. Bu tarih
tezini ve güneş dil teorisini kısaca şöyle özetleyebiliriz: Türkler Moğollar
gibi sarı ırktan olmayıp Arî ırka mensupturlar ve kökleri milâttan 9000 yıl
önceye, hatta daha önceki dönemlere gitmektedir. Türk dili dünyadaki diğer büyük
diller üzerinde etkili olmuştur. Dilin kökünde tabiatın gücü vardır ve insan ilk
gücünü güneşten, dolayısıyla dil de ilk gücünü güneşten almıştır. Türk tarihi
Osmanlı’yla başlamamıştır, Türk milleti Osmanlı ve İslâm öncesinde kurduğu 18
devletle siyasî varlığını çok önceden ispatlamıştır. Osmanlı Devleti, yanlış
idaresiyle çok eski çağlardan beri bir medeniyete sahip olan Türklere zarar
vermiştir. Bu bakımdan Türk’ün siyasî ve kültürel kimliğinde Osmanlılığı esas
almak yanlıştır.
Tarih ve dil alanlarında ortaya atılan bu görüşler, daha sonraki yıllarda farklı
gelişme çizgileri izlemekle birlikte, özellikle Atatürk ve İnönü dönemlerinde
yazılan birçok şiir, tiyatro ve romanda çeşitli şekillerde karşımıza çıkar.
Estetik değeri az olmakla birlikte bu yoldaki eserler, sayı itibariyle oldukça
fazladır.
Atatürk ve İnönü dönemlerinde ateşli bir millî dava halinde heyecanla sürdürülen
dilde millî kaynaklara veya halk kaynağına dönme ya da “Öztürkçecilik” hareketi,
Cumhuriyet Dönemi Edebiyatında kuşkusuz daha somut sonuçlar doğurmuştur. Bu
hareket sonucunda dilden ve tabiî edebî eserlerin dilinden Arapça, Farsça
kökenli unsurlar atılırken, halk deyim ve ifadeleri edebiyata geniş ölçüde
girmiş ve böylece edebî dil büyük bir değişmeye uğramıştır. Ancak bu hareket,
bir yandan da şair ve yazarların ilhamını dar bir kelime kadrosu içinde
sıkıştırmak ve bireysellik imkânını azaltmak gibi olumsuz sonuçları da
beraberinde getirmiştir.
Böylece geçmişten gelen bazı çizgiler ve ondan daha fazla da Cumhuriyet’in
ilânından sonra görülen siyasî, toplumsal ve fikrî değişmelerle şekillenen
Cumhuriyet Dönemi Edebiyatında elbetteki batıda ortaya çıkan edebiyat ve fikir
akımlarının da sürekli ve kalıcı etkileri olmuştur. Daha sonra yeri geldikçe
değineceğimiz bu etkiler, yüzünü tamamen batıya çeviren yeni Türkiye
Cumhuriyeti’nin kültür politikaları doğrultusunda edebiyatımızda gitgide artan
bir seyir izlemektedir.
Seksen yıllık tarihine bir bütün olarak baktığımızda Cumhuriyet Dönemi
Edebiyatı, büyük bir çeşitlilik gösteren çok zengin ve dinamik bir edebiyattır.
Birçok edebî türde verilmiş çok sayıda eser ve eserlerdeki değişmeler, bu edebî
dönemin belli başlıklar altında sınıflandırılıp değerlendirilmesini adeta
imkânsız bir hale getirir. Tasnif ve değerlendirmeyi zorlaştıran başka bir olgu
da bazı ortak hareket ve modaların görülmesine rağmen, edebî kişiliklerin çoğu
zaman bunların önüne geçmiş olması, başka bir deyişle Servet-i Fünûn
edebiyatında olduğu gibi şair ve yazarlar arasında ortak bir çalışmanın yokluğu
ve birçok yazarın şöhretini tek başına yapmış olmasıdır.
Cumhuriyet Dönemi Edebiyatında siyasî ve toplumsal değişmelere bağlı olarak bazı
önemli değişmeler görülmekle birlikte, edebî değişmeleri yalnızca bu etkenlerle
açıklamak ve değerlendirmek mümkün değildir. Edebî değişmede siyasî ve toplumsal
olayların önemli bir rolü olmakla birlikte, batıdan gelen edebî etkilerin ve
ayrıca tekrara düşmesi ve yeniliğini yitirmesi dolayısıyla edebiyatımızın kendi
içinden gelen değişme ihtiyacının da rolü vardır. Gerçekten de Cumhuriyet Dönemi
Edebiyatında siyasî ve toplumsal değişmeler, edebî etkiler ve türlerin kendi
tarihiyle ilgili nedenler dolayısıyla şiir, hikâye, roman ve tiyatro türlerinde
hem kronoloji hem de nitelik açısından farklı çizgilerde seyreden gelişmeler
ortaya çıkmıştır.