Dünyada İlkler Tarihi
DÜNYADA İLKLER TARİHİ
İlk Yazı
M.Ö. 45.bin yılında yaşayan insanlar, düşüncelerini kayaların ve mağara
duvarlarının üzerine resimlerle yansıtmayı öğrendiler. Son Buzul Çağı'nda
yaşayan atların, bizonların ve boğaların resimlerini içeren mağaralar,
İspanya'nın Altamira ve Fransa'nın Lascaux yörelerinde ortaya çıkarıldı.
Bu resimlerin yazıya dönüşebilmeleri için aradan yüzyıllarca yıl geçmesi
gerekti. M.Ö.
20 bin ve 6500 yılları arasında insanlar, yumuşak taşlan ve kemikleri kullanmaya
başladılar. Fransa’nın İspanya sınırına yakın bölgesindeki Ariege yöresinde bir
mağarada, çizildikten sonra kırmızı ve siyaha boyanmış geometrik şekiller
bulundu. Afrika'nın çeşit li kesimlerinde bulunan üzerleri çizilmiş kemikler,
kuşkusuz bir dönemin belgeleriydi.
Sümerce, yazıya dökülebilen ilk dil oldu. Ama belirli bir alfabesi de yoktu.
Basit resimler halinde yazılan Sümerce metinlere Irak'ta, Basra Körfezi'nin
yakınlarında rastlandı. Bu metinler, M.Ö. 3500 yılından kalmaydı.
Sümerler, çivi şeklinde ve üçgen iz bırakan bir aygıtla, balçık ve kil
tabakalarından yaptıkları plakalar üzerine yazılarını yazdılar. Sonra bu küçük
tabletler, güneşin altında pişirilerek kurutuldu. Binlercesi, en küçük bir hasar
görmeden günümüze kadar ulaşabildi. Bunlardan bazılarında, Sümer din adamlarının
ekonomik işlevlerini gösteren altın, kumaş ve inek listeleri vardı. Sümerlerin
ekonomik etkinlikleri, çevrelerindeki Persleri. Babillileri ve Asurluları da
çivi yazısını öğrenmeye itti.
Mısır'da belirli sembollerin belirli sözcükleri ve sesleri simgelediği
hiyeroglif yazıları, M.Ö. 3000 yılından itibaren kullanılmaya başlandı.
Düşünceler ya da öyküler, resimlerle yazılan bir tür steno tekniğiyle
anlatılıyordu. Örneğin gövdesi olmayan bir çift bacak, "gitmek" sözcüğünü
simgeliyordu. Başsız iki göz, "görmek", kapalı bir çift göz de "ağlamak"
anlamındaydı.
Mısırlılar, papirüsü bulduktan sonra, hiyeroglif alfabesindeki şekilleri de
kalemle ya da fırçayla yazılabilecek şekilde değiştirdiler. M.Ö. 700 yılında
hiyeroglif yazısı üçüncü evrimini gerçekleştirdi ve ortaya çıkan son biçim;
modern Arap alfabesinin de temelini oluşturdu.
İlk Yel Değirmeni
Buharlı makinenin bulunmasından önce, rüzgâr, su ve hayvan gücü insanlığın
hizmetindeydi. Suyla çalışan değirmenler çok daha güçlüydü, ama onları
döndürmeye yetecek büyüklükte akarsulardan yoksun olan yerlerde, yel
değirmenleri etkin oldu. 1840 yılında, İngiltere ve Galler'de 10 bin,
Hollanda'da ise 7 bin yel değirmeni vardı. Bu aygıtlardan, un üretiminde olduğu
kadar, maden çıkarımında, su iletiminde ve ağır cisimlerin kaldırılmasında da
yararlanılıyordu. Ayrıca, ağaç kesmeye yarayan hızar makinelerini de yel
değirmenleri aracılığıyla çalıştırmak mümkündü.
Rüzgârın yarattığı enerjiyi üretken hale getiren buluşlar, her zaman memnunlukla
karşılanmadı. 1581'de bu enerjiden yararlanmayı akıl eden Hollandalılar,
işsizliğe yol açmakla suçlandılar. 1768'de de bir grup işçi, rüzgâr gücüyle
çalışan bir hızar makinesini parçaladı.
Yel değirmenlerini çalıştıran insanlar, yeni birtakım ölçeklerin de doğmasına
yol açtılar. Çünkü tahılını öğütmek üzere değirmene götüren herkes, elde edilen
unun belirli bir bölümünü değirmen sahibinin "hak" olarak alıkoyacağını
biliyordu. Bu hakkın miktarını saptamak üzere de, değirmenciler belirli
hacimlerde ölçekler geliştirdiler. Örneğin, 1558'de Liverpool yöresindeki bütün
değirmencilere, ölçeklerini Belediye Başkanı'na götürüp doğruluk derecelerini
kontrol ettirmek zorunluluğu getirildi. Bunu yapmayanlara belirli para cezaları
uygulandı. Bu uygulama bir anlamda dünyada, ağırlık ve hacim ölçen aygıtların
ilk denetimi ve ayarlanması olarak kabul edilir.
19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren, yel değirmenlerinin önemlerinde bir
azalma başladı. Ama rüzgâr gücü, yine de birçok alanda insana yararlı olmaya
devam etti. Amerika'nın batı kesimlerinde, demiryolu şirketleri, yel
değirmenlerinden lokomotifler için su çıkarılmasında yararlandılar. Yerliler
ise, sulama işlerinde bu aygıtlardan büyük faydalar sağladılar. Suyu olmayan pek
çok kırsal bölgeye, yeldeğirmenleri aracılığıyla su gönderildi. Bugün, Güney
Afrika'nın Karoo bölgesinde olduğu gibi, birçok bölgede su sağlayabilmek için bu
yöntem işlevini hâlâ sürdürüyor.
İlk Teleskop
Bir Hollanda kenti olan Middelburg'da, 17. yüzyılın başlarında bazı gözlük
yapımcıları, teleskoba benzer aygıtlar elde ettiklerini iddia ettiler. Bu
iddiaların en güçlüsüyle ortaya çıkan Hans Lippershey, 1608 yılında, teleskop
patenti almak için başvurdu. Yetkililerin huzurunda, aygıtını tanıttı. Gerçi
buluşu patent verilecek nitelikte bulunmadı ama kendisi bir miktar para ile
ödüllendirildi.
İtalyan bilim adamı Galilei Galileo da, teleskoba ilişkin söylentileri duymuştu.
Kendisine bir teleskop yapmaya karar verdi. 1609 yılında, teleskobuyla gökyüzünü
inceledi. Ay yüzeyinin tıpkı yeryüzü gibi engebeli olduğunu gördü. Venüsün güneş
çevresinde döndüğünü keşfetti. O zaman dünya evrenin merkezi olduğu yolundaki
inanışla ilgili olarak kuşkuya kapıldı. Bu kuşkusunun iyice güçlenmesi sonunda,
öğretileri 2 bin yıldır dünya üniversitelerinde okutulan Yunan filozofları
Aritotales ve Ptolemius'un düşüncelerine karşı savaş açtı. Evrenin merkezi
olduğu söylenen dünyanın, aslında güneşin etrafında döndüğünü söyledi ve
kilisenin hışmına uğradı.
İlk Tank
Savaşta ilk tank 15 Eylül 1916 günü, İngiliz birlikleri tarafından, Birinci
Dünya Savaşı sırasında Fransa'nın Somme yöresinde kullanıldı. Başkomutan Sir
Douglas Haig, 1 Eylül günü 100 tankı Somme cephesine göndermeyi umuyordu. Ne var
ki, imalat sırasında ortaya çıkan bazı aksaklıklar nedeniyle, Eylül başına kadar
ancak 49 tank cepheye ulaştırılabildi. Çarpışmalara ise yalnız 32'si
katılabildi. Haig, tanklardan yararlanarak savaşı 1916 yılında bitirmeyi
amaçlayan müttefik kuvvetlerine katkıda bulunmayı umuyordu. Tankların toplu
halde tutulmasını ve düzenli hareket edilmesini istedi. Ama komutanları, onları
cephe boyunca dağıttılar. Bazı yerel başarılara karşın, tankların savaşın sona
erdirilmesinde önemli bir katkıları olmadı. Haig, yine de 1917 yılına kadar bin
tankın üretilmesini emretti. Fransız ordusunda tank, ilk kez 16 Nisan 1917 günü
kullanıldı. Fakat sonuç, tam bir hezimet oldu. 132 tanktan 57'si daha ilk gün
Alman topçusunun yoğun ve başarılı ateşiyle savaş dışı bırakıldı. Tarihin ilk
büyük tank saldırısı, 20 Kasım 1917 günü gerçekleştirildi. 378 İngiliz tankı,
Hindenburg cephesini yararak 4 mil ilerlemeyi başardı. Fakat Alman topçusu ve
hesapta olmayan arızalar, tankların 146'sını durdurdu. 43tanesi de barikatları
aşamadan kaldı. Daha sonra Almanların püskürtme harekâtı sonunda, İngilizler
geri çekilmek zorunda kaldılar.
18 Temmuz 1918 günü Fransız savunması, 567 tankla Batı cephesinde büyük bir
başarı elde etti ve bu başarı tankın savaşta ne denli önemli bir silah olduğunu
vurguladı. Aynı yılın 8 Temmuz günü, 534 İngiliz tankının İkinci Somme
Muharebesi'nde elde ettiği başarı, Alman Genelkurmayı tarafından, "Alman
ordusunun bu savaşta yaşadığı en kara gün" olarak değerlendirildi. İkinci Dünya
Savaşı'na kadar bütün Avrupalı uluslar tank silahlarını geliştirmek için
olağanüstü çaba gösterdiler. Bu alanda en büyük başarıyı Almanlar elde etti.
İkinci Dünya Savaşı'nın ilk yıllarında, Alman panzer birlikleri, üstün manevra
yetenekleri ve vurucu güçleriyle, savaşın kaderi üzerinde etkili oldular.
Tarihin en büyük tank savaşı ise, 1943 yılı Temmuz'unda, Rusya'nın Kurs
bölgesinde verildi. Almanlar, 2 bin tanktan oluşan 17 panzer birliğiyle
saldırıya geçtikleri Rus askerleri karşısında, çok ağır bir yenilgi aldılar.
Böylece tankların üstünlüğü sona erdi.
Bugün Avrupa'da NATO'ya ait kuvvetlerin 7 bin tankına karşın Varşova Paktı
üyelerinin 20 bin civarında tankı vardır.
Bunların en bilinenleri arasında, Valium, Librium ve Mogadon sayılabilir.
Barbitürat esaslı ilaçlara göre daha az yan etkileri görülen bu ilaçlar, 1950'li
yıllarda İsveçli ilaç firması Hofmann La Roche tarafından üretildi.
İlk Termometre
Hastalıkların tanımlanmasında büyük ölçüde yardımcı olan vücut ısılarının
ölçülmesine ilişkin çalışmalar, ilk kez 1616 ve 1636 yılları arasında,
İtalya'nın Padua kentinde yaşayan tıp profesörü Santorio Santorio tarafından
gerçekleştirildi. Santorio, bu çalışmaları sırasında Galileo'nun 1592 yılında
İtalya'da yaptığı termometreden yararlandı. O yıl, Londralı tıp adamlarından
Thomas Allbutt, küçük ve kullanışlı klinik termometreyi yaptı.
Son yüzyıl içinde çok az değişikliğe uğrayan klinik termometre, cam bir tüp
içindeki cıvadan oluşur.
İlk Çeşme
Miladi takvimin başlangıç yıllarında, Romalılar su borularıyla kente su
getirmeyi başarmışlardı. Bu suların düzenli bir biçimde boşalmasını sağlamak
için çeşmeler yaptılar. Çeşmeler, borunun içine yerleştirilen daire şeklinde bir
parçanın hareketiyle denetleniyordu. Dairesel parça boruyu diklemesine kesecek
şekilde durduğunda, borudan su akması engelleniyor, tersine açıldığında çeşmeden
su alınabiliyordu. Bu sistem, bütün Ortaçağ boyunca kullanıldı.
19. yüzyıla gelindiğinde, evlerin pek çoğuna su tesisatı konmuş, ayrıca suyun
akış hızı da artırılmıştı. Bu nedenle daha gelişmiş musluk türlerine gereksinim
duyuldu. İngiltere'de, 1800 yılında Thomas Gryll, vidalı musluk sistemini buldu.
Bu sistemde, vidanın her hareketinde akan suyun miktarı azalıyor, en
sıkıştırıldığı anda da, su tamamen kesiliyordu.
İlk Kılıç
M.Ö. 3500 yıllarında Tunç Devri'nin başlamasıyla, insanlar erittikleri
metallerden kılıç yapmaya başladılar. Asurlular ve Eski Yunanlılar tarafından
dökülen tunç kılıçlar, önceleri küttü. Sonra bunların uçları ve yanları
keskinleştirildi. M.Ö. 1100 yılında başlayan Demir Çağı'nda, insanlar kızgın
demiri döverek daha keskin ve ince kılıçlar yapmayı başardılar.
Eski Yunanlılar, kıvrık ve keskin kenarlı kılıçlar kullanıyorlardı. Romalılar
ise "gladius" adım verdikleri yakın döğüş amaçlı kısa kılıçları tercih ettiler.
M.S. 600 yılından itibaren, Avrupa'da, 120 santim uzunluğunda, her iki kenarı da
keskin kılıçlar yaygınlaştı. Bunların kabzalarının uç kısmında, denge unsuru
olarak bir topuz bulunuyordu. 17. ve 18. yüzyıllarda, Avrupalı soylular çok ince
ve sivri uçlu kılıçlar kullandılar. Düello için en ideal silah olan bu kılıçlar,
günümüzde de eskrim sporunda kullanılmaktadır.
Araplar, İranlılar, Türkler, Hintliler ve Japonlar gibi Doğulu uluslar ise, daha
derinden keseceğine inandıkları için kıvrık kılıçlara itibar ettiler. Sanayi
devriminin başlamasından sonra dayanıklı çelikten çok zarif ve keskin kılıçlar
üretildi. Özellikle İspanya'nın Toledo (Tuleytule) kenti ile Suriye'nin Şam
kenti, ürettikleri kılıçlarla dünya çapında ün kazandılar. Kılıç, Ortaçağ'dan
Birinci Dünya Savaşı'na kadar en önemli süvari silahı sayıldı ve 1914'ten sonra
yerini ateşli silahlara bıraktı.
İlk Yay
Bilinen ilk yay sistemi, M.Ö. 1350 yılında, Mısır Firavunu Tutankamon'un
arabasında kullanıldı. Kalın deriden şeritler halinde kesilen parçaların üst
üste sarılmasıyla oluşan bu sistem, arabanın altına çakıldı ve sarsıntıyı
belirli bir ölçüye kadar kesti.
Metal yayların atlı arabalarda kullanılmasına ise 16. yüzyılın sonlarından
itibaren başlandı. Ancak bu yayların geniş çaplı kullanımı ise 18. yüzyıldan
itibaren yaygınlaştı. Bu yayların yapımında, eşit genişlikte fakat farklı
uzunlukta hafifçe bükülmüş metal tabakaların kesildikten sonra, en küçük
parçaların en üste konması yönteminden yararlanılıyordu. En uzun parçaların
kıvrık uçları arabanın gövdesine çakılırken orta kısmı —aynı zamanda en kalın
yeri— de tekerleklerin dingiline iliştiriliyordu. Böylece oluşturulan yay
sistemiyle, sarsıntı büyük ölçüde azaltılmış oluyordu.
Yay yapımı, kauçuğun ilk kullanıldığı alanlardan biri oldu. 1826 yılında,
İngiltere'nin Manchester kentinden H.C.Lacy, arabalardaki metal yaylan kauçuk
tabakalarından üretmek için ilk patenti aldı. 1845'te demiryollarında kullanılan
arabalarda da kauçuk yaylar görülmeye başlandı.
Helezon şeklindeki yaylar ise ilk kez 18. yüzyılın ortalarında ortaya çıktı. Bu
tür yaylar başta yatak yapımcılığı olmak üzere, pek çok iş kolunda bugün de
kullanılmaktadır.
1950'li yıllarda, Fransız otomobilcilik kuruluşu, Citroen otomobillerde yay
sisteminin yerine sıvı ve nitrojen gazının sarsıntı emici olarak kullanıldığı
hidrolik süspansiyon sistemini geliştirdi.
İlk Kaşık
İlk insanlar, deniz hayvanlarının kabuklarını kaşık yerine kullanmayı
öğrendiler. Eski Yunanlılar da yumurta yemek için tahtadan kaşık yaptılar. 17.
yüzyıla gelinceye değin, yemek pişirirken tencere ve kazanları karıştırmak için
kullanılan kaşık, o dönemden sonra bıçak ve çatal ile birleşerek, yemek
masalarındaki yerini aldı.
İlk Fermuar
Chicago'dan Whitcomb L.Judson tarafından geliştirildi. Çizmeler ve ayakkabılar
için düzenlenen bu yeni aygıt, 1893 yılında, Chicago Panayırında
sergilendiğinde, Albay Lewis Walker'in dikkatini çekti. Walker, aynı yıl
Autonlatic Hook and Eye Co. adlı bir şirket kurarak, üretime geçti. Judson'un
buluşunda bazı tasarım hataları vardı. Bunların en önemlisi, kolayca açılabilir
bir yapıya sahip olmasıydı. Daha gelişmiş bir modeli, 1902 yılında "Walker's
Universal Fastener Co. " adlı şirket tarafından C-Curity markası altında
üretilerek piyasaya sunuldu. Ancak halkın ilgisizliği yine de sürüyordu. En
sonunda İsveç asıllı mühendis Gideon Sundback, New Jersey'de, bugün bildiğimiz
modern fermuar tipini geliştirdi ve patentini 29 Nisan 1913 günü aldı. 1917'de
ABD'nin savaşa girmesiyle, adeta bir gecede fermuar endüstrisi oluştu.
Kadınlarına Oy Hakkı Tanıyan İlk Ulus
Kendi kendini yönetme hakkına sahip Yeni Zelanda Kolonisi'nde, 19 Eylül 1893
günü kabul edilen ve Genel Vali'nin de onaylamasıyla yürürlüğe giren
kararnameyle, kadınlara oy hakkı tanındı. Belirli bir yaş sınırlamasından başka
hiçbir sınıflama getirilmedi. Bu konuyla ilgili ilk öneri, 1843 yılında Alfred
Saunders (Önerisinin kabulünü 50 yıl sonra görebilecek kadar yaşama mutluluğuna
erişti) tarafından getirilmişti, ama 1866 yılında Bayan K.Sheppard
başkanlığındaki Kadın Hareketi'nin başlattığı kampanyaya gelinceye değin, başka
destekçi çıkmadı Bunu izleyen yedi yıl içinde Bayan Sheppard ve yandaşları,
parlamento üyelerinin çoğunluğunu kendilerinden yana çekebilmeyi başardılar.
Azınlıkta kalan üyeler ise, Genel Vali'yi etkilemek üzere harekete geçtiler.
Böyle bir kararın alınmasıyla, "Majesteleri, İngiltere Kraliçesi'nin"
çıkarlarının tehlikeye düşebileceğini öne sürüyorlardı. Bütün çabalara rağmen,
parlamento, hem muhalefetteki Muhafazakâr Parti'nin, hem de iktidardaki Liberal
Parti'nin desteğiyle yasayı kabul etti ve kadınlara oy hakkı tanıdı. 28 Kasım
1893 günü yapılan ilk genel seçimlerde, sayıları 90 bini bulan kadın seçmenler
de, yöneticilerini belirlemek için oy kullandılar.
İlk Alafranga Tuvalet
İngiltere'de, Elizabeth çağı ozanlarından Sir John Harington, ilk alafranga
tuvaletin modelini çizdi. Bu tuvalet, yaptığı takımların üzerine adının baş
harflerini "T.C. " olarak hakeden bir usta tarafından, 1589 yılında Sir
Harington'un Kelston'daki evine monte edildi. 1596'da Sir Harington, "The
Metamorphosis of Ajax"-"Tuvaletin Evrimi" adlı bir kitap yazdı. Bu kitapta,
alafranga tuvaletin malzemesi ve yapılışı, fiyatlarıyla birlikte anlatıldıktan
sonra, nasıl kullanılacağı da ayrıntılı çizimlerle tanıtıldı. Temizlik için
gerekli olan su, tuvaletin hemen arkasındaki balıklı bir tanktan geliyordu.
Tuvalet kullanıldıktan sonra, oturma yerinin yanındaki bir kol çekiliyor, su, bu
kolun kaldırdığı kapaktan geçerek pisliği götürüyordu.
Nasıl kullanılacağını gösteren bir de kitap yazmasına karşın, Harington'un
tuvaletinden yalnız iki tane yapıldı. Bunlardan birini zaten kendi evine
kurdurmuştu. İkincisini, Harington'un vaftiz annesi olan Kraliçe Elizabeth,
Richmond Sarayı'na yaptırdı. Harington, temizliğe çok düşkün bir insandı. Her
gün mutlaka banyo yapması, yakın dostları tarafından "akıl almaz bir delilik"
diye nitelendirildi. Ama Kraliçe Elizabeth için aynı şeyleri söylemek biraz
zordu. İngiltere tahtının hâkimi, ayda bir kez, o da "Acaba gerek yar mı?" diye
uzun uzun düşündükten sonra yıkanırdı.
İlk Cep Saati
1462 yılında, İtalyan saatçi Bartholomew Manfredi, Manta Markisi'ne bir mektup
yazarak, ona Modena Dükü'nünkinden çok daha güzel bir cep saati yapmayı önerdi.
Bu belge, cep saatine ilişkin en eski belgedir.
Günümüze kadar kalabilen en eski saat ise, 16. yüzyılın başlarında Bavyera'nın
Nuremberg kentinde Peter Hanlein tarafından yapıldı. Bu saat, halen Philadelphia
Memorial Hall'da muhafaza edilmektedir. Müzede, saatin yapım yılı olarak 1504
yılı gösterilmekteyse de, bu bilginin doğruluğu biraz kuşkuludur. Çünkü bazı
belgeler, Henlein'in 1509 yılında saatçi işliğini açtığını gösterirken, onun
saat üretmeyi başardığını gösteren ilk belge de, İ511'den kalmadır. O yıl,
Nuremberg sakinlerinden Johannes Cocclaeus, bukonuya ilişkin olarak şunları
yazdı:
"Günden güne deha eseri buluşlar birbirini izliyor. Petrus Hele (Peter Henlein)
adlı genç adam da, geçenlerde yaptığı böyle bir buluşla, en büyük matematik
bilginlerini bile hayretler içinde bıraktı. Çok az bir demir parçasından ve
hiçbir ağırlığa bağlı olmadan çalışan bir saat yaptı. Bir tür yuvarlak tekerleği
andıran bu saat, cebe konabildiği gibi, boyna da asılabiliyor ve ne durumda
olursa olsun, vakti gösteriyor."
Akrepli Ve Yelkovanlı İlk Saat
1665 yılında, İngiltere'nin Bermondsey kentinde John Fitter tarafından yapıldı.
O güne gelinceye değin, cep saatlerinde yalnız saati gösteren bir kol vardı.
Fitter'ın geliştirdiği teknik sayesinde hem saati, hem de dakikayı gösteren saat
yapılmış, oldu.
Mücevherli İlk Saat
Londra'da yaşayan İsveç asıllı geometri ve optik bilgini Facio de Duillier ile
Fransız asıllı saat yapımcısı Peter Debaufre adına patent tescili, 1 Mayıs 1704
günü yapıldı. Bu ikili tarafından hazırlanan ilk mücevherli saatin, Sir Isaac
Newton tarafından kullanıldığı söylenir. Saatlere mücevher takılması, 1825
yılına gelene değin, oldukça ender görülen bir işlemdi. O yıl İsviçre'nin La
Chaux-de-Fonds kentinde, saat mücevherciliği, başlı başına bir işkolu haline
geldi ve bu dönemin ardından, mücevherli saat imali hızlandı.
İlk Kol Saati
İlk kol saatine ilişkin en eski belge, 1790 yılına aittir. Bu belgeye göre,
Cenevre'de saat yapımıyla uğraşan Jaquet-Droz und Leschot firması, "bileğe
takılabilecek" bir saat yapmayı başardı. Günümüze kadar ulaşabilen en eski kol
saati örneği ise, 1806 yılından kalmadır. Parisli kuyumcu Nitot tarafından
yapılan bu altın saatin kemeri de, inci ve yakutlarla süslenmişti ve
İmparatoriçe Josephine'e aitti. 19. yüzyılda yapılan bu tür saatler,
saatçilerden çok kuyumcuların eseridir. İlk erkek kol saatleri, Alman Donanması
tarafından 1880 yılında La Chaux-de-Fonds kentindeki C. Girard-Perregaux'ya
siparişedildi. Bunlar, süsten çok, zaman ölçme aygıtı görevini üstlenen
saatlerdi ve Alman denizcileri için görevleri sırasında gerçekten yararlı oldu.
Mekanik aksamların oturtulduğu kasa, altından yapılmıştı ve kemer olarak da deri
kullanılıyordu. Girard-Perregaux firması Alman Donanması için hazırladığı
saatleri, genel olarak da pazarlayabilmek için yeni parti imalata geçti. Ancak,
o dönemde bu kol saatlerine tek ilgi, Peru'dan geldi. Amerikalıların ve öteki
ülke insanlarının ilgisizliği, İsviçre'de erken doğum yapan kol saati
endüstrisini engelledi.
1908 yılında Parisli hanımların kol saatleri takmaya başlamasıyla, Avrupa
kıtasında bu saatlere olan ilgi, büyük ölçüde arttı.
Birinci Dünya Savaşı'na gelinceye değin, erkeklerin kol saati takması, kadınsı
bir davranış olarak değerlendiriliyordu. Ancak, savaş sırasında cep saatlerinden
çok daha pratik oldukları anlaşılınca, bu değer yargısı da ömrünü doldurdu.
İlk Trafik İşaretleri
İngiltere'de, bölgesel bisiklet kulüpleri tarafından 1879 yılının Aralık ayında
karayollarının kimi bölümlerine takıldı. Tahta direkler üzerine metal plakalar
çakılarak elde edilen bu ilk trafik işaretlerinin üzerinde şu uyarı vardı:
"BİSİKLETÇİLER, DİKKAT. BU TEPE TEHLİKELİDİR" İlk yıl yaptırılan 25 uyarının
nerelere çakıldığı tam olarak bilinemiyor.
Arabalar için "ilk trafik işareti" ise, 1901 yılının Ekim ayında il yönetiminden
gerekli izin alınarak İngiltere'nin Gloucester kentinde Birdlip Tepesi'ne
takıldı. Bu uyarı işaretini Kraliyet Otomobil Kulübü hazırlatmıştı. Yerel
yetkililer tarafından hazırlatılan trafik işaretlerinin karayollarına konulması
ise
1903 yılında çıkarılan Motorlu Araçlar Yasası'ndan sonra başlatıldı. 10 Mart
1904 günü, trafik işaretlerinin biçimlerine ilişkin öneriler yayınlandı. Ancak,
yerel yetkililer bu önerilere uyup uymamak konusunda serbesttiler. Söz konusu
önerilerde, 45 cm çapındaki yuvarlak metal tabakalar üzerinde etrafı beyaz bir
çember içinde hız sınırları, kırmızı zemin üzerinde çeşitli yasaklar, kırmızı
üçgen zemin üzerinde çeşitli uyarılar bulunuyordu. Ancak yukarıda da
belirttiğimiz gibi, yerel yetkililer, bu önerileri dikkate alıp almamakta
kesinlikle serbesttiler. Pek çoğu da dikkate almadı.
Belirli bir standardizasyona gidilinceye değin, değişik ülkelerin değişik
kentlerinde bilefarklı trafik işaretleri kullanılıyordu. Fotoğrafta görülen
"uyan işareti", çok eğimli bir tepeye yaklaşan sürücüleri uyarmak üzere 1910
yılında İngiltere'de kullanıldı.
Bunun doğal bir sonucu 'olarak, çok değişik biçim ve renkte trafik sinyalleri
türedi. Bunlar yöreden yöreye öylesine farklılıklar gösteriyorlardı ki, bir
yerden bir başka yere ilk kez giden bir sürücünün yoldaki işaretleri arabasıyla
giderken çabucak görüp kavrayabilmesi olanaksızdı. 1930 yılında çıkarılan bir
yasa ile ülkenin her tarafında tek tip trafik işaretleri kullanılmasına
başlandı.
Belirli sayıda da olsa, ilk ulusal nitelikteki trafik işareti uygulamasını
başlatan ülke Fransa'dır. 1903 yılında Otomobilciler Derneği tarafından
hazırlanıp, Fransa'nın her yerinde geçerli olan tek tip trafik işaretlerinden
bazıları, günümüzde de kullanılmaktadır. Bunlar, "Sola dön", "Sağa dön",
"Köprü", "Eğimli yol"dur.
İlk uluslararası karayolu levhaları ise, 1909 yılında Paris'te toplanan
Uluslararası Motorlu Araçlar Konvansiyonu’nda saptandı. Avrupa'nın pek çok
ülkesi bu toplantıya katıldı ve alınan kararlan uyguladı. İngiltere ise
toplantıya katılmamıştı. Paris'te alınan kararlardan yalnızca beş tanesini 1929
yılında uygulamaya koydu.
Halen tüm dünyada kullanılan karayolu trafik işaretleri de boyut, biçim ve
anlatım olarak 1949 yılında Cenevre'de yapılan Birleşmiş Milletler Karayolu
Ulaşımı Konferansı'nda saptandı.
İlk Daktilo
Pratikte başarılı sonuç veren ilk daktilo, 1808 yılında İtalya'nın Reggio Emilia
yöresinden Pellegrine Turri tarafından geliştirildi. Turri, gözleri görmeyen
arkadaşı Kontes Carolina Fantoni'nin rahatlıkla yazabilmesi için yapmıştı. Turri
ve Fantoni, bu aygıtın da yardımıyla uzun süre mektuplaştılar. Kontesin,
1808–1810 yılları arasında daktiloyla yazdığı mektupların 16 tanesi, halen
Reggio eyalet arşivlerinde saklanmaktadır. Daktilonun teknik yapısına ilişkin
olarak elimizde hiçbir bilgi yok. Ancak eldeki mektupların incelenmesiyle, bu
daktilonun 27 tuşu bulunduğu anlaşılıyor. Bu tuşlardan 23 tanesi, İtalyan
alfabesindeki harfleri, dört tanesi de noktalama işaretlerini taşıyordu.
Seri Üretimi Yapılan İlk Daktilo
Danimarka'da "Skrivekugle-Yazan Top" adıyla 1870 yılının Ekim ayında piyasaya
çıktı. Aygıtın mucidi Pastor Malling Hansen idi. Üretimini ise Kopenhag'daki
Jurgens Mekaniske Establissement tesisleri gerçekleştirdi. Pirinç ve çelikten
yapılan bu daktilonun ağırlığı 80 kilo civarındaydı. Üzerinde 52 tuş vardı. 1872
yılında İngiltere'de satışına başlandığında fiyatı 100 sterlindi. Hansen'in
buluşu olan daktilolar, Avrupa'da ve Amerika'da satıldı ve pek çok modeli
Birinci Dünya Savaşı'nda kullanıldı.
Hem büyük, hem de küçük harf yazabilen ilk daktiloyu, 1878 yılında New York'taki
Remington firması üretti. 1883 yılında, Kanada'nın Toronto kentinde faaliyet
gösteren Hortor firması, kullanan kişinin yazdıklarını görebildiği ilk daktiloyu
yaptı. Portatif ilk daktilo ise 1897 yılında, ABD'nin Stamford kentinde
Blickensderfer firmasınca, Blick No7 modeliyle piyasaya çıkarıldı. Bu ilk
portatif daktilonun ağırlığı 3.5 kiloydu. 1901 yılında, Washington'daki Cahili
Writing Machine Co. Şirketi, Dr. Thaddeus Cahill'in buluşu olan ilk elektrikli
daktilonun üretimini başlattı. İlk 40 aygıtın maliyeti 157 bin doları bulunca,
projeden vazgeçildi. 1902 yılında Blickensderfer şirketi, ilk başarılı
elektrikli daktilo üretimini gerçekleştirdi.
İlk Şemsiye
Fransa Kralı VIII. Louis'nin mal varlığının listesi 1637 yılında çıkarılırken
bir bölümünde de şu satırlar yazıldı: "Taftadan yapılmış, değişik renklerde 11
güneş siperliği. Yağlı kumaştan üç şemsiye. Hepsinin de sapları altın ve
gümüşten."
Bu listeden çağdaş uygarlığın ilk günlerinde yağmurlu ve güneşli havalar için
ayrı ayrı şemsiye türleri kullanıldığını anlıyoruz. Kuşkusuz, Kral VIII. Louisve
kendisinden sonragelen öteki erkekler hiç şemsiye taşımadılar. Ancak VIII. Louis
' nin güzel eşi Avusturyalı Anne, bir gün zarif bir şemsiyeyle, halk arasında
görüldü ve bu Parisli hanımlar arasında şemsiye modasının büyük bir hızla
yayılmasına neden oldu.
Erkeklerin şemsiyeye karşı olan önyargılı tutumları da ilk kez Fransa'da
değişti. Parisli üretici Marius, 1715 yılında ilk açılıp kapatılabilir erkek
şemsiyesini yaptı. Bu ürününü tanıtabilmek için hazırladığı reklam kampanyasında
el çizimi resimlerle süslenmiş posterler kullandı. Bu posterlerde çok güzel bir
genç kadın, modanın son örneklerinden bir bayan şemsiyesiyle yürüyordu. Yanında
da güçlü ve yakışıklı bir erkek vardı. Erkeğin elindeki şemsiye ise süs ve
aksesuardan yoksundu.
18. yüzyılda şemsiye fiyatları çok yüksekti. Örneğin Ambrose Barnes, 1718
yılında bir şemsiyeyi 25 şiline aldığından söz ediyor. Bu nedenle, insanlar
şemsiye almak yerine gerektiğinde kiralamayı yeğliyorlardı. Hemen her kilise,
kahvehane ya da kulüpte kiralık şemsiye bulmak mümkündü.
İngiltere'de erkeklerin şemsiye taşımaları ise ancak 18. yüzyılın sonlarına
doğru olağan bir durum haline gelebildi. 1750 yılında Rusya ve İran'a yaptığı
yedi yıllık geziden dönen Jonas Hanway, oradan kazandığı alışkanlıkla, Londra'da
şemsiye ile sokağa çıkan ilk erkek oldu. Önceleri onu kınayanların sayısı çok
fazla idi. Ama 30 yıl sonra şemsiyesizlik kınanmaya başlandı.
İlk Metro
Metro fikri ilk kez 1846 yılında Metropolitan Demiryolları'nı incelemekle
görevli komisyonun üyelerinden Charles Pearson'ın kafasında oluştu. 1853 yılında
bu amacı gerçekleştirmek üzere North Metropolitan Railway Co. Adlı şirket
kuruldu. Mali güçlükler nedeniyle çok zaman yitirildi, ilk kez hattın yapımına
1860 yılının Ocak ayında, Londra'da, Euston Square'de başlanabildi. 4 mil
uzunluğundaki ilk hat, 10 Ocak 1863 günü saat 06.00'da hizmete girdi. Farrington
Street ile Paddington ana terminalleri arasında yedi istasyon bulunuyordu ve tüm
ulaşım süresi 33 dakika idi. Yolcu vagonları gaz lambalarıyla aydınlatılıyordu
ve Daily Telegraph gazetesinin yazdığına göre, "Birinci mevki vagonlarda ışık o
denli güçlüydü ki, insanlar gazetelerini çıkarıp rahatlıkla okuyabiliyorlardı."
İlk gün, 15'erdakika aralıklarla kalkan dörder vagonluk altı katar, karşılıklı
120 sefer yaptı ve 30 bin yolcu taşıdı.
İlk Süpürge Makinesi
1901 yılında, köprü mühendisi Hubert Cecil Booth tarafından gerçekleştirildi. O
yıl, Bay Booth bir gün Londra'daki St. Pancras istasyonunun lokantasında
otururken, vagonların nasıl temizlendiğini gördü. Sıkıştırılmış hava ile çalışan
makineler aracılığıyla görevliler vagonları temizliyorlardı. Ancak makine ne
denli güçle üflerse üflesin, havaya kalkan tozlar, bir süre sonra yeniden
koltukların üzerine iniyorlardı. Bu durumu gören Bay Booth, üfleme sisteminin
yanlış olduğunu, makinelerin tam tersine, tozlan emmeleri gerektiğini söyledi.
Çevresindekiler, böyle bir şeyin mümkün olamayacağını öne sürdüler. Bunun
üzerine cebinden bir mendil çıkardı ve oturduğu deri koltuğun üzerine torba
şeklinde koydu. Ağzını beze dayadı ve hızla içini çekti. Mendili eline aldığında
koltuğa değen kısmının tozlarla kaplanmış olduğu görüldü. Daha sonra bu sistemi
geliştirdi ve "emici süpürge makinesi"nin ilk prototipini o yıl içinde yapmayı
başardı. Vacuum Cleaner Co. Ltd adlı bir şirket kurdu ve 25 Şubat 1902 günü,
Booth, şirketini tanıtan ilk broşürleri bastırdı.
O dönemde, pek az evde elektrik bağlıydı ve emici süpürgenin fiyatı da herkesin
alamayacağı kadar pahalıydı. Bu nedenle Booth, ürettiği makineleri satmak yerine
bir temizlik servisi kurmayı akıl etti. Dört tekerlekli bir atlı arabanın
üzerine akaryakıt ya da elektrikle çalışabilen çok güçlü bir emici pompa
yerleştirdi. Bu pompa, isteyen müşterinin evinin önüne kadar arabayla
taşınıyordu. 230 metre uzunluğundaki hortum, birinci kat pencerelerinden
birinden binanın içine sokulduktan sonra tüm halı, perde ve döşemeler üzerindeki
tozlar emiliyordu. BBC'de kendisiyle yapılan bir programda, Booth, aygıtının tek
olumsuz yönünün, çıkardığı aşırı gürültü olduğunu söyledi. Zira pompa çalıştığı
anlarda, çevreden geçen atlar ürküyor, arabacılar çok zor durumlarda
kalıyorlardı.
Booth'un süpürgesi, en önemli işlevlerinden birini,1902 yılında İngiltere Kralı
VII. Edward’ın "taç giyme törenleri"nde yerine getirdi. Kral'ın taç giyeceği
kilisede tüm hazırlıklar tamamlanmıştı. Birden, yerdeki açık mavi halı döşemenin
son derece tozlu olduğu görüldü. Kral, taç giymek için bu zemine diz çökemezdi.
Üstelik alışılagelmiş yöntemlerle kiliseyi süpürerek temizlemek için de vakit
çok geçti. Booth, bu durumu haber alınca, töreni düzenlemekle görevli saray
yetkilisine giderek, yardım önerisinde bulundu. Bir saat sonra, Booth'un
arabası, kilisenin önüne getirildi ve dev hortum sıraların arasında dolaşmaya
başladı. Olayı öğrenen Kral çok memnun oldu ve Buckingham Sarayı'nda kendisi ve
Kraliçe Alexandra için de bir "gösteri" düzenlemesini istedi. Bu gösteriden
sonra Booth, makine satmama politikasında bir değişiklik yapmak zorunda kaldı.
Çünkü bu kez sipariş, bizzat Kral'dan geliyordu ve çok geçmeden biri, Buckingham
Sarayı'na, diğeri de Windsor Şatosu'na, iki adet emici süpürge satıldı.
Kraliyet ailesinin gösterdiği bu ilgi, Londra sosyetesine de yansımakta
gecikmedi. İngiliz soyluları, bu yeni aygıtı yalnızca yararlı bir temizlik aracı
olarak değil, aynı zamanda bir gösteri unsuru olarak da kabul ediyorlardı. Pek
çok soylu ailenin düzenlediği suarelerde, Booth'un şirketinden gelen
görevlilerin yaptığı temizlik, ilgiyle izlenen bir gösteri niteliğini taşıyordu.
Halıların ve perdelerin temizlenişini soyluların büyük bir zevkle izlediğini
öğrenen Booth, şeffaf bir hortum takarak, sosyete mensubu kişilerin kendi
pisliklerini daha iyi görebilmelerini, böylece daha çok zevk alabilmelerini
sağladı (!)
Elektrikli "ev tipi" ilk portatif süpürge, 1905 yılında San Francisco'da Chapman
and Skinner tarafından piyasaya sürüldü. Ağırlığı 46 kilo olan bu makinenin bir
benzeri de, ertesi yıl Booth'un Londra'daki tesislerinde üretildi.
Toz torbası, sapına bağlı olan portatif elektrik süpürgelerinin ilki de 1907
yılında ABD'nin Ohio eyaleti, Canton kentinde, J. Murray Spangler tarafından
yapıldı. Spangler, bu ilk makinesinde, toz emici torba olarak karısından büyük
ricalar karşılığında alabildiği bir yastık kılıfını kullanmıştı.
Bir gün, bir rastlantı sonucu Spangler'in buluşunu gören hemşerisi J.H. Hoover,
bu harika makineye büyük ilgi duydu. Asıl mesleği, koşum yapımcılığıydı. Ancak,
otomobillerin sayısının hızla artması, onun işine olan ilgisini azaltmış, Hoover
de yeni bir iş arayışına girmişti. Ne yapıp etti ve Spangler'den elektrik
süpürgesinin yapım haklarını satın aldı. 1908 yılında, tanesi 70 dolardan ilk
modellerini piyasaya çıkardı. Bu yeni aygıta olan ilgi öylesine büyük boyutlara
ulaştı ki, üç yıl sonra Hoover, Kanada'da ayrı bir fabrika açmak zorunda kaldı.
Oradan da tüm dünyaya yayıldı. Aygıtın bulucusu olan Spangler'in adı silinip
giderken, Hoover adı yalnızca elektrik süpürgesinin simgesi olmakla kalmadı,
birçok dilde elektrik süpürgesiyle temizlik yapmaya "Hooverlemek" dendi.
Çayın İlk Ortaya Çıkışı
Avrupalılar, çayı 1609 yılında, Dutch India Co. adlı şirketin Çin'den "çay "
getirtmesiyle tanıdılar. 1615 yılında Doğu Hindistan'da çalışan Wickham adında
bir İngiliz, evine yazdığı 27 Haziran tarihli mektupta, gönderdiği çayları alıp
almadıklarını soruyordu. Yaklaşık yarım yüzyıl sonra, İngiltere'nin Change Hill
yöresinden Thomas Garraway (ya da Garway) adlı biri, çay konusunda şunları
yazıyordu:
"İngiltere'de çay, önceleri dört, bazen de beş kiloluk paketlerde yaprak halinde
satılırdı. Gerek çok az bulunabilir olması, gerekse fiyatının aşırı yüksekliği
nedeniyle 1651 yılına gelinceye kadar, ancak çok zenginler ve soylular
tarafından tedavi ya da keyif amacıyla kullanıldı. Hatta bu dönemde çay, prens
ve prenseslere verilecek en değerli armağanlardan biri olabilecek kadar
kıymetliydi. 1651 yılında ben Doğu'ya gidip gelen gezgin ve tacirlerden biraz
çay aldım ve nasıl yapıldığını da onlardan öğrendim. Sonra, elimdeki çayı yarım
kilosu 50 şilinden sattım."
1839 yılına gelinceye kadar, İngiltere'ye gelen tüm çaylar, Çin kökenliydi. O
yılın 10 Ocak günü, Hindistan'dan gelen sekiz kasa Hint çayı, Mincing Lane'deki
çay müzayede salonunda açık artırmaya çıkarıldı. Yarım kilosu 16 şilinden
başlayan açık artırma sonucunda, çayların hepsini Yüzbaşı Pidding adında biri,
yarım kilosunu 34 şilinden satın aldı.